1-SİYASİ ALANDA YAPILAN İNKILÂPLAR

 

Siyasi alanda yapılan inkılâplar, doğrudan devlet düzeniyle ilgili olup, Osmanlı devlet sisteminin değiştirilerek, demokratik ve laik cumhuriyete geçişi sağlamak amacıyla gerçekleştirilmiş olanlarıdır.

 

1-Saltanatın Kaldırılması ( 1 Kasım 1922)

 

11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya Mütarekesi’nin imzalanmasıyla cephelerdeki savaş sona ermiş, ancak kalıcı barış henüz yapılmamıştır. Taraflar arasında savaşa son verecek bir barış antlaşmasının imzalanabilmesi için, 28 Ekim 1922’de Lozan’da Barış Konferansı’nın toplanması kararlaştırılmıştır. Ancak bu sırada İtilaf Devletleri, kendileri açısından en uygun ortamı hazırlamaya çalışmaktadırlar. İtilaf  Devletleri bu amaçla, TBMM Hükümeti’nin yanı sıra konferansa İstanbul Hükümetini de davet ederek, ortaya çıkacak görüş ayrılıklarından yararlanmayı hedeflemişlerdir.

 

İstanbul Hükümeti, İtilaf Devletlerinin bu teklifini değerlendirmek niyetindedir. Bu gaye ile Mustafa Kemal Paşa’ya ve TBMM’ne iki ayrı telgraf gönderen Sadrazam Tevfik Paşa, “Kazanılan başarıda kendilerinin de payı olduğunu, kazanılan zaferin İstanbul ile Anadolu arasındaki ikiliği ortadan kaldırması gerektiğine” işaret ederek, konferansa İstanbul Hükümetinin de katılabilmesi konusunda yardım istemiştir.

 

M. Kemal Paşa, Sadrazam Tevfik Paşa’nın telgrafını ve İstanbul Hükümeti’nin Lozan görüşmelerine katılma konusunu 30 Ekim 1922 günü toplanan Meclis Genel Kuruluna getirmiştir. Bu konu mecliste iki farklı görüşün belirmesine yol açmıştır. Bir grup milletvekili Osmanlı Devleti’nin ve padişahlığın artık hükmünü yitirdiğini ifade ederek Sadrazamı ve telgrafını protesto ederken, diğer grup ise sadece Sadrazamın telgrafına red cevabı verilmesini, Osmanlı Devleti ve padişahlık hakkında bir karar verilmemesini savunmuştur. Bu tartışmalar sürerken Meclis Başkanlığı’na, “Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmış olduğunu, yeni bir Türk Devleti’nin doğduğunu, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu gereğince egemenliğin millete ait olduğunu”  ifade eden bir önerge verilmiştir. Bu önergenin mecliste görüşülmesi sırasında özellikle egemenliğin kimin elinde bulunması gerektiği konusunda sert tartışmalar yaşanmıştır. M. Kemal Paşa, bilgi vermek ve görüş ayrılıklarını ortadan kaldırmak amacıyla, 1 Kasım 1922’de mecliste uzun bir konuşma yaparak, muhalifleri ikna etmeye çalışmıştır. M. Kemal Paşa’ya göre; Türk Milleti egemenliği kendi eline almış durumdaydı. Dolayısıyla, gerçekte saltanat açıkça olmasa da kaldırılmış demekti. İstanbul Hükümetini dayanaksız ve hükümsüz kılmak için, sıra bunun bir kanunla açık ve kesin bir biçimde ifade edilmesine gelmişti. Mecliste yapılan tartışmalardan sonra, hakimiyetin(egemenliğin) millet tarafından kullanılması gerektiği görüşü ağırlık kazanmış, verilen önerge tasarı haline dönüştürülerek, 1 Kasım 1922’de Meclis tarafından oy birliği ile kabul edilmiş ve saltanat kaldırılmıştır.

 

Bu kanuna göre İstanbul’daki hükümet 16 Mart 1920 günü sona ermiştir. Tek hükümet Misak-ı Milli sınırları içindeki TBMM Hükümetidir. Saltanat ve Hilâfet bu kanunla birbirinden ayrılmış, saltanat kaldırılmış, hilâfet makamının ise varlığı bir süre daha devam etmiştir.

 

Saltanatın kaldırılması ile Vahideddin padişahlık haklarını kaybetmiş ve Osmanlı Devleti’nin siyasi varlığı kesin olarak sona ermiştir. Böylece İstanbul Hükümeti de hükümsüz kalmıştır. 4 Kasım 1922 de Tevfik Paşa hükümeti de istifa edince, TBMM  Hükümeti Türkiye’nin tek hükümeti olarak kalmıştır. Bu durum karşısında Vahideddin 17 Kasım 1922’de ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır.

 

2-Cumhuriyetin İlânı (29 Ekim 1923)

 

Cumhuriyet dilimize Arapça “Cumhur” kelimesinden geçmiştir. Cumhur; halk, ahali, büyük kalabalık demektir ve toplu bir halde bulunan kavim yahut milleti ifade etmek için kullanılmaktadır.

 

Cumhuriyet, halka dayanan, gücünü halktan alan bir devlet şeklini ifade eder. Bu anlamda cumhuriyet, iktidarın millete ait olduğu bir sistemdir. Bu sebeple cumhuriyette egemenlik bir kişiyi veya zümreye değil, toplumun bütün kesimlerine aittir.

 

Cumhuriyet başta devlet başkanı olmak üzere, devletin temel organlarında görev yapan kişilerin seçimle işbaşına geldikleri, bunların belirlenmesinde kesinlikle veraset sisteminin rol oynamadığı bir hükümet şeklini benimser.

 

Cumhuriyet fikri ilk defa Fransız İnkılâbı sonunda ortaya çıkmıştır. Dar ve geniş anlamda olmak üzere iki şekilde kullanılır. Dar anlamda cumhuriyetten, sadece devlet başkanının, doğrudan veya dolaylı olarak halk tarafından belirli bir süre için seçilmesi kastedilirken, geniş anlamda cumhuriyetten ise, egemenliğin milletin bütününe ait olması ifade edilir.

 

Türkiye’de cumhuriyetin ilanı, kurucusu Atatürk’ün düşünceleri ile yakından ilgilidir. O, gençlik yıllarından beri cumhuriyet fikrini benimsemiş bir kişidir. Daha o yıllarda Atatürk, Türk Milleti’nin bir gün mutlaka cumhuriyet idaresine kavuşacağını söylemekten de çekinmemiştir.

 

Atatürk cumhuriyetle ilgili düşüncelerini çok önceden olgunlaştırmış ve şartların oluşmasını beklemiştir. Atatürk, Türk Milleti’nin cumhuriyet rejimine kavuşması konusunda ilk adımı Erzurum Kongresi sırasında atmış ve Mazhar Müfit Kansu’ya, “Zaferden sonra hükümet şeklinin cumhuriyet olacağını” söylemiştir. 23 Nisan 1920 de Ankara’da açılan ilk BMM, cumhuriyet yolunda atılmış büyük bir adımdır. Bu meclisin kabul ettiği ilk anayasada yer alan “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ibaresine uygun olarak oluşturulan siyasi rejim ise, adı konulmamış bir cumhuriyettir.

 

Atatürk, Milli Mücadele’nin zaferle sonuçlandırılması ve yurttan düşmanların çıkartılmasından sonra, Türk Milletini çağdaş medeniyetler seviyesine ulaştıracak çalışmaları başlatmıştır. Bu çerçevede 1 Kasım 1922 de kabul edilen bir kanunla saltanat kaldırılmıştır. Bu aynı zamanda cumhuriyetin önünde yer alan bir engelin de ortadan kaldırılması  demektir. 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması’nın imzalanmasıyla Milli bağımsızlık tam anlamıyla elde edilmiştir.

 

Ancak bu dönemde, Yeni Türk Devleti’nde milli egemenlik prensibinin devletin temel taşı olarak belirlenmiş olmasına rağmen, devletin yönetim şekli açıkça belli değildir. Olağanüstü şartlarda hazırlanmış olan 1921 anayasası ihtiyaçlara cevap verememektedir. Bu anayasaya göre bir devlet başkanının ve kabine sisteminin olmaması,sık sık hükümet buhranlarına yol açmaktaydı.Özellikle 25 Ekim 1923 günü Başbakan Fethi Bey’in istifa etmesi ve yeni hükümetin kurulamaması,meclisin çalışma güçlüğünü ortaya koyarken,ülkenin içinde bulunduğu durumun ciddiyetini de gözler önüne seriyordu.

 

28 Ekim akşamı Çankaya’da yeni hükümetin kurulması çalışmaları sırasında, başsız bir devletin olamayacağı görüşünün ortaya çıkması ve dış ülkelerde “Türkiye’nin bir devlet başkanı bile yok” gibi sözler söylendiğinin ifade edilmesi üzerine Atatürk, cumhuriyetin ilanı için beklenen günün geldiğini görerek, yanında bulunanlara, “yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz” diyerek bu konudaki fikrini açıklamıştır.

 

Atatürk, 28 Ekim gecesi, İsmet Paşa ile birlikte 1921 anayasasının devlet şeklini belirleyen maddelerinde değişiklik öngören bir kanun tasarısı hazırlamış, 29 Ekim günü önce Halk Fırkası Grubu’nda görüşülerek kabul edilen bu tasarı, aynı günde mecliste kabul edilmiş ve böylece cumhuriyet resmen ilan edilmiştir.

 

Cumhuriyetin ilanından sonra aynı gün 158 milletvekilinin katılımıyla yapılan seçim sonunda, M. Kemal Atatürk oy birliğiyle cumhurbaşkanlığına seçilmiştir.

 

Cumhuriyetin ilanı ile kabine sistemine geçilirken, devletin demokratikleşmesi yolunda önemli bir adım atılmış ve inkılâpların yapılması için ortam hazırlanmıştır.

 

Verilen bilgilerin ışığı altında cumhuriyetin ilan edilme nedenlerini ve cumhuriyetin ilanının sonuçlarını özetlemek gerekirse :

 

Cumhuriyetin İlan Edilme Nedenleri :  

 

·     Millet egemenliğinin gerçekleştirilmesini sağlamak.

·     Saltanatın kaldırılmasından sonra ortaya çıkan devlet başkanlığı sorununu çözümlemek.

·     Yeni Türk Devleti’nin rejimini belirlemek ve bu konudaki tartışmalara son vermek.

·     Yeni Türk Devleti’ni çağdaş medeniyetler düzeyine çıkarmak.

·     1923 sonbaharında ortaya çıkan hükümet bunalımı sonucunda, yürütme işlerinde yaşanan aksaklıkları gidermek.

 

Cumhuriyet İlanının Sonuçları :

 

·     Yeni Türk Devleti’nin rejimi belirlendi. Bu konuda yaşanan karışıklık son buldu.

·     M Kemal’in cumhurbaşkanı seçilmesiyle devlet başkanlığı sorunu çözüldü, iktidar boşluğu sona erdi.

·     Meclis hükümeti sistemi yerine, kabine sistemi (Bakanlar Kurulu) getirilerek, yürütme işlerinin hızlanması sağlandı

·     Milli Mücadele’nin başından beri amaçlanan milli egemenlik düşüncesi gerçekleştirildi.

 

3-Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)

 

Halife,sözlük anlamı olarak ”ardından gelen “demektir. Halife genellikle İslâm ülkelerinde devlet başkanı için kullanılmıştır.

 

İslâm terminolojisinde ise; Hz.Muhammed’in  ölümünden sonra, O’nun yerine geçen kişi, yani müslümanların din ve devlet başkanı anlamına gelir.İslami hakimiyet anlayışına göre halife, hem devlet ve hükümet başkanı ve ordu komutanı olarak dünyaya ait iktidarı temsil eder, hem de baş imam olarak halkın dini lideri durumundadır.

 

Halifeliğin tarihçesine baktığımızda, Hz.Muhammed’in ölümünden sonra ilk dört halifenin seçimle iş başına geldiklerini görürüz. Emeviler döneminde seçim geleneği bir tarafa bırakılarak,halifelik babadan oğula geçen bir müessese şekline dönüştürülmüştür. Abbasiler döneminde de veraset sistemi devam ettirilmiştir. Abbasilerden sonra halifelik Memlükler Devleti’ne geçmiştir.

 

İslâmiyet’in geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla birlikte bazı sultanlar, değişik zamanlarda ve yerlerde, kendi topraklarında bir hükümdarlık ifadesi olarak Halife ünvanını kullanmaya başlamışlardır.Bu çerçevede Osmanlılarda da , I.Murat’tan itibaren bazı padişahların zaman zaman halife ünvanını kullandıkları bilinmektedir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinden sonra, İslâm dünyasının lideri durumuna gelen Osmanlı padişahları, kendilerini bütün İslâm aleminin halifesi saymaya başlamışlardır. Bu tarihten sonra artık Osmanlı padişahları İslâm dünyasındaki tek halifedirler. Dolayısıyla padişahlar hem imparatorluk halkının hükümdarı, hem de bütün müslamanların dini lideri durumundadırlar.

 

Bu tarihlerde Osmanlı padişahları siyasi üstünlükleri devam ettiği için halifelik makamının maddi ve manevi gücünden yararlanmayı düşünmemişlerdir. Hilâfet politikasının Osmanlı siyasetinin başlıca unsurlarından biri haline gelmesi, ilk defa Büyük Güçler tarafından Müslüman ve Müslüman olmayan tebaanın devlet aleyhine tahrik ve teşvik edilmeye başlandığı ve Osmanlı Devleti’nin bunlara karşı başka yollardan yeterli karşılık verme imkânının kalmadığı zamana rastlar. Bu dönemde devletin zayıflamasıyla birlikte, halifeliğin manevi gücünden faydalanma düşünülmüştür. 1789 Fransız İhtilali’nden sonra Osmanlı Devleti aleyhine gelişen milliyetçilik akımına karşı, halifeliğe daha fazla önem verilerek, Panislâmizm politikası uygulanmıştır. Ancak Araplar arasında da milliyetçilik fikirleri yayılmış olduğu için Panislâmizm politikası başarıya ulaşamamıştır. Nitekim I. Dünya Savaşı sırasında cihad çağrısının gerekli etkiyi yapmaması, Panislâmizm politikasının başarısızlığının göstergesidir. Bu olay halifeliğin gücünün azaldığını, dolayısıyla Osmanlı Devletini kurtarma hususunda halifelikten fayda beklemenin boş bir hayal olduğunu da ortaya koymaktadır.

 

1 Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılmasından sonra, halkın Halifeliğin kaldırılmasına henüz hazır olmadığı düşüncesiyle, halifelik makamının bir süre daha devam ettirilmesine karar verilmiştir. Ancak Lozan’dan sonra hem mecliste hem de kamuoyunda meclis tarafından halife seçilen ve yetkileri sınırlandırılan Abdülmecit Efendinin yetki sınırlarını aştığı, bir hükümdar gibi davranmaya başladığı şeklinde bir tartışma başlamıştır. Bu sırada Halk Fırkası milletvekilleri de Halifenin durumunun yeniden gözden geçirilmesi, hatta Halifeliğin kaldırılması doğrultusunda bir tutum içerisine girmişlerdir. Buna karşılık bir başka grup da Halifeliğin korunması görüşünü benimsemişlerdir.

 

Aslında milliyetçilik ve milli egemenlik ilkesi üzerine kurulmuş olan yeni cumhuriyet ile, ümmetçilik düşüncesi üzerine kurulu olan Halifeliğin birbiriyle bağdaşması mümkün değildir. Nitekim son halife Abdülmecit Efendi’nin, yeni devlet statüsüne uyum sağlamakta güçlük çektiği ve eski statüye dönmek istediği yaptığı hazırlıklardan belli olmaktadır. Abdülmecit Efendi’nin bir devlet başkanı gibi kabullerde bulunması ve bazı devlet ileri gelenlerinin Halife ile olan ilişkilerini kesmemeleri durumu karmaşık bir hale sokmuştur. Bu sırada Hindistan Halifelik Komitesi adına, Hint Müslümanlarının lideri Ağa Han ve Emir Ali, Başbakan İsmet Paşa’ya Halifeliğin korunması ve manevi gücünün arttırılması gerektiği konusunda bir mektup göndermişlerdir. Özellikle Emir Ali’nin, İngiltere Kralı’nın özel danışmanı olması, M. Kemal Paşa’yı, Halifeliğin yabancı güçlerce zararlı bir biçimde kullanılabileceği endişesine sevk etmiştir.

Bu gelişmelerden sonra M. Kemal 1 Mart 1924’de meclisi açış konuşmasında, halifeliğin kaldırılması düşüncesinde olduğunu açıklamıştır. Meclis genel kurulu 3 Mart 1924 günü Halifelik meselesini görüşmek üzere toplanmıştır. Bu sırada verilen “Halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı Hanedanının yurt dışına çıkartılması “ile ilgili kanun teklifi, yapılan görüşmelerden sonra kabul edilmiş ve halifelik resmen kaldırılmıştır.

 

Halifeliğin kaldırılmasıyla, devlet düzeninin lâikleştirilmesi konusunda büyük bir engel ortadan kaldırılırken, saltanat ve hilâfet yanlılarının güç aldığı önemli bir makama da son verilmiştir.

 

Halifeliğin kaldırılmasının yurt içinde ve dışında çeşitli yansımaları olmuştur. İçeride saltanat ve hilafet yanlıları bu karardan dolayı rahatsızlık duymuşlardır. Batı dünyası bu karardan dolayı şaşkınlık ve hayranlığını gizleyemez iken, İslâm alemi rahatsızlık duymuş ve olumsuz tepkiler ortaya koymuştur.

 

3 Mart 1924 Halifeliğin kaldırıldığı gün çıkarılan diğer yasalar şunlardır:

 

·     Şer’riyye ve Evkâf  Vekâleti kaldırıldı. Yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu.

·     Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti kaldırıldı. Bununla da, Genel Kurmay Başkanlığı’nın hükümet ve siyaset dışına çıkması sağlandı.

·     Tevhid-i Tedrisat kanunu kabul edilerek, eğitimde birlik sağlandı.

·     Osmanlı hanedanının yurt dışına çıkarılması kabul edildi.

 

·     Bu bilgilerin ışığı altında halifeliğin kaldırılmasının nedenleri ve sonuçları şunlardır:

 

Halifeliğin Kaldırılmasının Nedenleri

·     Saltanatın kaldırılmasından ve Cumhuriyetin ilânından sonra, halifeliğin önemini yitirmesi.

·     Devlet başkanı olarak cumhurbaşkanı ile halifenin birlikte bulunmasının sakıncalı olması.

·     TBMM tarafından halife tayin edilen Abdülmecit Efendi’nin, devlet başkanı gibi davranması.

·     Halifelik kurumunun, lâikliğe ve cumhuriyet rejimine ters düşmesi.

·     Eski rejim taraftarlarının saltanatın kaldırılması ve cumhuriyetin ilanından sonra, halifeliğe sığınmaları.

·     Bazı TBMM üyelerinin halifeyi milletin üzerinde görmeye başlamaları, “TBMM halifeliğin, halife de TBMM’nindir” şeklinde propaganda yapmaları.

·     İslâm aleminin halifeliğin korunması konusunda İsmet Paşa’ya yazdıkları mektubun, İsmet Paşa’nın eline geçmeden muhalefeti temsil eden “Tanin” gazetesinde yayınlanması.

 

Halifeliğin Kaldırılmasının Sonuçları

·     Lâikliğe geçişin en önemli aşaması gerçekleşti.

·     İnkılâplar için elverişli ortam hazırlandı

·     Milli egemenlik daha da pekişti

·     Ümmetçilik arayışları sona erdi.

 

 

 

Çok Partili Siyasi Hayat

 

    Siyasi parti; demokrasiyle yönetilen ülkelerde halkın desteğini sağlamak suretiyle iktidar olmaya ve sürdürmeye çalışan, sürekli ve istikrarlı bir örgüte sahip siyasi topluluktur. Bu anlamda siyasi partiler, modern siyasi sistemlerin en önemli unsurlarından birisi olup, demokrasiyi de oluşturan güçlerdir. Siyasi partilerin yer almadığı bir demokrasi düşünülemez.

1. TBMM’de Çeşitli Grupların Ortaya Çıkması

 

    23 Nisan 1920’de çalışmalara başlayan ilk BMM, kendisini oluşturan milletvekillerinin  katılma şekilleri itibarıyla üç ayrı gruptan meydana gelmiştir. Bunlar; 19 Mart seçim genelgesine göre seçilenler, Meclis-i Mebusan üyesi olup Ankara’ya gelebilmiş olanlar, Yunanistan ve Malta’dan gelenlerdir. İlk meclisi oluşturan milletvekilleri temel olarak Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmek amacında idiler. Bu sebeple belirli bir siyasi görüşe sahip olmadıkları gibi, herhangi bir siyasi partiyi de temsil etmemektedirler. Dolayısıyla aralarında birlikten söz etmek mümkün değildir. Farklı yerlerden ve menşelerden gelen bu kişilerin, doğal olarak düşünce yapıları da farklıdır. Bu durum zaman içinde kendini göstermiş, farklı düşünceler mecliste gruplaşmaları da beraberinde getirmiştir. Bu grupların en önemlileri : 

    Tesanüt (dayanışma) Grubu, İstiklâl Grubu, Müdafaa-i Hukuk Zümresi, Halk Zümresi ve Islahat (reform) Grubudur.

 

    Bu grupların ortaya çıkması ile mecliste çalışmalar yavaşlamış ve çeşitli çekişmeler yaşanmıştır. M. Kemal bu grupları bir araya getirerek, uzlaşma sağlamaya çalışmışsa da bu teşebbüsünde başarılı olamamıştır.

 

2. Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun Kurulması ve Bunun Halk Fırkasına Dönüşmesi     

 

    M. Kemal ilk TBMM’de ortaya çıkan grupların birleştirilmemesi üzerine, meclisin hızlı çalışmasını sağlayacak formüller aramaya başlamıştır. Bulunan formüllerden biri de, mecliste büyük bir grup kurmak suretiyle çoğunluğu ele geçirmek ve böylelikle meclisi çalıştırmaktır. Bu amaçla M. Kemal 151 arkadaşıyla birlikte 10 Mayıs 1921’de mecliste Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu adıyla bir grup kurmuştur. Aynı gün yapılan seçimden sonra grubun başkanlığına M Kemal  getirilmiştir.Grubun iki maddeden oluşan  programı şu şekildedir:

1) Grup, Misak-ı Millî  ilkeleri çerçevesinde milletin bağımsızlığını sağlayacak bir barışın elde edilmesi için,milletin bütün maddi ve manevi gücünü  kullanarak çalışacak.

2) Grup,devlet ve milletin teşkilatını, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun koyduğu ilkeler çerçevesinde tespit edecek ve hazırlayacak.  

 

    Meclisi çalıştırma doğrultusunda önemli bir adım atan M Kemal, meclisteki bütün milletvekillerinin bu grubun tabii üyesi olduğunu vurgulayarak, grubun dışında kalanların serbest hareket etmek isteyen birkaç kişiden ibaret olduğunu ifade etmiştir.Zamanla Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i  Hukuk Grubu dışında kalanlara İkinci Grup adı verilmiş ve bu grup, yapılan bazı çalışmalara karşı çıkarak bir muhalefet hareketi başlatmıştır.Ortaya çıkan bu muhalefet M Kemal’i  hem yapmak istediği inkılâpları halka mâl etme noktasında daha etkili olacağı, hem de ileride yapılacak seçimlere bir parti ile girerek muhalefetin gücünü kırma düşüncesiyle bir parti kurma kararına yöneltmiştir. M Kemal bu konudaki kararını 1922 Aralığı’nda, Halk Fırkası adıyla bir siyasî parti kurulacağını söyleyerek açıklamıştır.Bu açıklamadan sonra Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun, Halk Fırkası’na dönüştürülmesi düşüncesi benimsenmiş ve bu karar kamuoyuna da duyurulmuştur. 9 Eylül 1923 günü Halk Fırkası resmen kurulmuş, böylece ilk direnişle birlikte başlayan siyasî örgütlenme süreci, bir siyasi partinin resmen kurulmasıyla tamamlanmıştır.Halk Fırkası çalışmalarını bir süre bu isimle sürdürmüş, ancak Genel Başkan M Kemal’in isteği doğrultusunda partinin adı 1924’de Cumhuriyet Halk Fırkası olarak değiştirilmiştir.İkinci TBMM’nde  çoğunluğu elde eden ve cumhuriyet devrinin ilk siyasi partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkası inkilâpların  öncülüğünü yapmıştır.

 

3-Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası

 

    Mili Mücadele’nin kazanılmasından sonra sıra Türk Milleti’nin çehresini her alanda değiştirecek inkılâpların yapılmasına gelince,inkılâpların şekli ve zamanı konularında  M. Kemal ve bazı arkadaşları arasında görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır.Bu görüş ayrılıkları zamanla iyice belirginleşmiş ve çok geçmeden bu kişiler mensubu oldukları Cumhuriyet Halk Fırkası’nın icraatlarına karşı çıkmaya başlamışlardır.Muhalifler Cumhuriyet Halk Fırkası’nın çatısı altında kalmayı uygun görmeyerek,istifayı düşünmüşlerdir.Aralarında M. Kemal’in silah arkadaşlarının da bulunduğu (Bunlardan bazıları Kazım Karabekir,Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele,Rauf Orbay ve Adnan Adıvar’dır) onbir  kişilik bir grup bu çerçevede Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan istifa ederek ayrılmışlardır.Bu grup 1924 anayasasının çok partili rejime geçilmesine fırsat vermesinden yararlanarak,17 Kasım 1924’de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adıyla yeni bir siyasi parti kurmuştur.Milli Mücadele sırasında M. Kemal’in etrafındaki ilk halkayı teşkil eden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurucuları, muhalefet kontrolü olmaksızın bütün kuvvetlerin mecliste toplanmasının otoriter bir idare doğuracağı endişesini taşıyorlardı. Bu sebeple parti mecliste etkili bir muhalefet yaparak, demokratik bir denge kurmak amacındaydı.Bu nedenle Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, cumhuriyet tarihimizin ilk muhalefet  partisi olma özelliğini taşır.

 

    Terakkiperver Fırka’nın yapılan seçimler sonucunda genel başkanlığına Kazım Karabekir, ikinci başkanlığına Rauf Orbay,genel sekreterliğine ise Ali Fuat Cebesoy  getirilmişlerdir.

 

    Terakkiperver Fırka kurucuları programlarında millet iradesine ve cumhuriyet yönetimine olan bağlılıklarını vurgulamışlar, toplumu çağdaşlaştıracak değişikliklerin birdenbire değil, zamanla gerçekleşeceğini iddia etmişlerdir.Cumhuriyet Halk Fırkası’na nazaran daha liberal ve demokrat görüşleri benimsedikleri için, fırka yöneticileri dini inançlara saygılı olduklarını belirtmişlerdir.

 

    M. Kemal Türkiye’de demokrasinin yerleşmesini arzu ettiğinden başlangıçta yeni bir siyasî partinin kurulmasından memnun olmuştur.Ancak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası zamanla mecliste sert tartışmalara giren, saltanat ve hilâfetin kaldırılmasından memnun olmayan üyelerin yanı sıra, ittihatçıların da bünyesinde yer almaya başladığı bir parti haline gelmiş,inkılâplara karşı olanlar açısından,inkılâpları engelleyecek son umut olarak görülmüştür.Dolayısıyla M. Kemal’in bu parti ile ilgili düşünceleri de değişmiştir.

 

4.Şeyh Sait İsyanı ve Terakkiperver Fırka’nın Kapatılması

 

Lozan’dan sonra  Musul konusunda Türkiye ile yaptığı ikili görüşmelerden de bir sonuç elde edemeyen İngiltere, Musul’un  Türk halkının Türkiye ile birleşme isteğini ve Türkiye’nin Ortadoğu’da kendisi aleyhinde bir durum yaratmasını önlemeye çalışmaktadır.Bu çerçevede İngiltere, Türkiye içinde bir takım karışıklıklar çıkarma ve ihtilâl hareketlerini körükleyerek, Türkiye’yi zayıflatma planları yapmaktadır. Bu amaçla Şeyh Sait isimli biri tarafından 13 Şubat 1925’de Genç iline bağlı Piran’da bir isyan hareketi başlatılmıştır. İngiltere’nin desteği sayesinde kısa sürede doğu illerinin bir bölümünü saran isyan ile İngiliz himayesinde bir Kürt Devleti kurulmasına çalışılmıştır. Şeyh Sait ve arkadaşlarının hareketi aynı zamanda dinî-siyasî niteliği de olan bir harekettir. Çünkü “din elden gidiyor”  şeklindeki propaganda ile halkın kandırılmasına çalışılmış, cumhuriyet ve inkılâpların ortadan kaldırılması plânlanmıştır.

 

Memleket içindeki cumhuriyet ve inkılâplara karşı olanların da Şeyh Sait isyanını desteklemesiyle durum oldukça   ciddi bir hal almıştır. Bunun üzerine T. Cumhuriyeti  Devleti hem isyanı bastırarak asayişi yeniden sağlamak, hem de vatanın parçalanmasını önleyerek varlığını devam ettirmek gayesiyle 4 Mart 1925 tarihinde “Takrir-i Sûkûn Kanunu”nu çıkartmış ve yine aynı tarihte biri isyan bölgesinde, diğeri de Ankara’da olmak üzere iki İstiklâl Mahkemesi kurmuştur.

 

Terakkiperver Fırka’nın programında yer alan bazı maddelerden faydalanmak isteyen bir takım kişilerin partiye üye olmaları ve parti mensupları tarafından yapılan propagandaların  halkı isyana teşvik ettiği düşüncesinin ortaya çıkması üzerine Diyarbakır İstiklâl Mahkemesi, isyanla ilgileri olduğu gerekçesiyle fırkanın bölgedeki bütün şubelerini kapatmıştır. Daha sonra Ankara İstiklâl  Mahkemesi de, Terakkiperver C. Fırkası ile ilgili yaptığı araştırmada, bu fırka tarafından yapılan propagandalarda din ve dince kutsal sayılan şeylerin istismar edildiğini tespit etmiştir. Bu tespit üzerine Bakanlar Kurulu, Takrir-i Sûkûn Kanunu’nun kendisine verdiği yetkiye dayanarak, Terakkiperver C. Fırkasını ülkedeki bütün şubeleriyle birlikte kapatmıştır.

 

Şeyh Sait İsyanı’nın Sonuçları:

·     Terakkiperver C. Fırkası isyanda rolü olduğu gerekçesiyle kapatıldı.

·     Şeyh Sait İsyanı, Türkiye’de çok partili siyasî hayata geçiş için elverişli ortamın henüz olgunlaşmamış olduğunu gösterdi.

·     Doğu Anadolu’da bozulan huzuru sağlamak için çıkarılan Takrir-i Sûkûn Kanunu,1929’a kadar yürürlükte kaldı.

·     T. Cumhuriyetini yıkmaya yönelik ilk isyan bastırıldı.

·     İngiltere, Türkiye bu isyanla yıprandığı için, Musul sorununu kendi lehine çözmede büyük bir avantaj sağladı.

 

5. İzmir Suikastı

 

Şeyh Sait isyanı sonrasında inkılâpların karşısında olan unsurların sindirilmesi konusunda sertlik politikasına devam edilmiştir. Bu sırada yapılan inkılâpları halka anlatmak maksadıyla 1926 Baharı’nda yurt gezilerine çıkmayı planlayan Atatürk’ün programında,Balıkesir üzerinden 17 Haziran’da İzmir’e gidilmesi de vardır. Ancak aynı günlerde iktidar ve muhalefet arasındaki gerginlik devam etmektedir. İşte böyle bir ortamda menfaatleri zedelenen bazı kişiler, Terakkiperver Fırka’nın kapatılmasından sonra, cumhuriyeti ve inkılâpları ortadan kaldırarak, eski günlere dönmek şeklindeki amaçlarına ulaşmak gayesiyle M. Kemal’i öldürmeye karar vermişlerdir. Bu işi de, O’nun İzmir’e yapacağı seyahat sırasında gerçekleştirmeyi plânlamışlardır. Suikastı plânlayan Ziya Hurşit ve arkadaşlarına Giritli Şevki yardım edecek ve onları suikasttan sonra Yunan adalarına kaçıracaktır. Ancak çeşitli sebeplerden dolayı  M. Kemal’in İzmir’e yapacağı seyahatin bir gün gecikmesinden şüphelenen Giritli Şevki’nin, meseleyi yetkililere haber vermesi ile olay ortaya çıkmıştır. Olayın ortaya çıkması üzerine Ankara İstiklâl Mahkemesi Heyeti, İzmir’e giderek olaya el koymuş ve olayla ilgisi olduğu düşünülen kişiler yakalanarak tutuklanmışlardır. Bu kişiler arasında İttihatçılar ve Terakkiperver Fırka mensupları da vardır. M. Kemal’e göre suikastın arkasında Terakkiperver Fırka vardır ve bu suikast birkaç kişinin eseri değil, muhaliflerin inkılâp ve cumhuriyet aleyhine giriştikleri büyük bir ihanetin eseridir. Dolayısıyla Terakkiperver C. Fırkası üyelerinin tutuklanmaları gerekmektedir. Hatta M. Kemal, “İttihatçıların Terakkiperver Fırka ile örgütlendiklerini ve bir darbe ile iktidara gelmek istediklerini, suikastı de bu nedenle plânladıklarını” düşünmektedir.İsmet Paşa’nın böyle düşünmemesine rağmen, Kazım Karabekir Paşa Terakkiperver C. Fırkası başkanı olarak Ankara’da tutuklanmış ve 26 Haziran 1926 sabahı İzmir’e getirilmiştir. Aynı gün İstanbul’dan parti üyesi olan Refet Bele, Cafer Tayyar, Ali Fuat Cebesoy ve İttihatçı eski Maliye Bakanı Cavit  Bey de arkadaşlarıyla birlikte yargılanmak üzere İzmir’e getirilmişlerdir.

 

Yargılama sonucunda İttihatçıların daha önce kapatılan ve Terakki Fırkası’nı yeniden dirilterek, Terakkiperver Fırka’nın da desteği ile iktidara gelmek niyetinde oldukları kanaatine varılarak, Cavit Bey, Dr. Nazım Bey ve Naili Bey idam edilmişlerdir. Kazım Karabekir Paşa suçsuz bulunarak, serbest bırakılmış, bazı İttihatçılar tutuklanmış, bu olayla İttihat ve Terakki’nin Türk siyasî hayatından silinmesi doğrultusunda önemli bir adım atılmış, muhalefet sindirilmiştir.

 

6. Serbest Cumhuriyet Fırkası

 

      Terakkiperver Fırka’nın 3 Haziran 1925’de kapatılmasıyla Türkiye’de çok partili rejim denemesi de sona ermiş ve yeniden tek parti dönemi yaşanmaya başlanmıştır. Ancak dışarıdan bakıldığında tek parti yönetimi yanlış değerlendirmelere yol açmakta, sanki Türkiye diktatörlükle yönetiliyormuş gibi bir havanın yayılmasına sebep olmaktaydı. Bu değerlendirmelerden rahatsızlık duyan Atatürk, yeniden çok partili siyasi hayata geçilmesi düşüncesindeydi.

 

     Ayrıca, Türkiye’de 1922-1930 yılları arasında yapılan inkılâplar, hükümete karşı bir direnme meydana getirmiştir. Özellikle sanayileşme politikası ile alkollü içkiler, sigara, şeker, tuz ve deniz nakliyatının devlet tekeline alınması bu hoşnutsuzluğu daha da arttırmıştır. Bu siyaset aynı zamanda Türkiye’de büyük ölçüde ekonomik durgunluğa da yol açmıştır.

 

         Hükümet ise, prensip olarak özel teşebbüse taraftar olduğunu ifade etmekle birlikte, takip ettiği ekonomik politika ile dar bir devletçi görüşü benimsemektedir. Bu nedenle M. Kemal devletçi düşünceyi benimseyen Cumhuriyet Halk Fırkasının karşısında, liberal ekonomiden yana bir muhalif grubun bulunmasını faydalı ve lüzumlu görmektedir. Bu nedenle hem dışarıda Türkiye aleyhinde ortaya çıkan yanlış değerlendirmeleri ortadan kaldıracak, hem de içerideki sıkıntıları gidererek, rejimin sağlıklı yürümesini sağlayacak yeni bir muhalefet partisinin kurulması gereklidir.

 

      M. Kemal 1930 yılının yaz aylarını Yalova’da geçirmektedir. O günlerde M. Kemal’in yakın arkadaşı Paris Büyükelçisi Fethi Okyar da Yalova’da M. Kemal ile görüşmeler yapmaktadır. Bu görüşmelerde Fethi Bey, M. Kemal’e sık sık İngiltere parlamentosundan ve oradaki siyasi partilerden söz etmekte, Türkiye’de ki ekonomi ve demiryolu politikalarının yanlışlığını anlatmaktadır. Bu görüşmelerden birinde M. Kemal, Fethi Bey’e bu dediklerinizi yapabilmeniz için hemen bir siyasi parti kurunuz, partinin başına geçerek düşüncelerinizi mecliste savununuz teklifinde bulunarak, O’nu yeni bir parti kurmakla görevlendirmiştir.

 

M. Kemal tarafından yeni bir parti kurmakla görevlendirilen Fethi Bey çalışmalarını tamamlayarak, 12 Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurmuştur.

 

Serbest C. Fırkası’nın bir muhalif parti olarak kurulmasından maksat,birikmiş hoşnutsuzlukların giderilmesini sağlamak ve hükümeti hem kusurlarını düzeltmeye, hem de ekonomik duruma yeni çareler aramaya sevk edecek bir kontrol sistemi yaratmaktır.

 

Serbest Cumhuriyet Fırkası parti programına göre, cumhuriyetçilik,milliyetçilik ve laiklik esaslarına bağlı, liberalizmi ve kadınlara siyasî haklar verilmesini savunan bir partidir.

 

Serbest C.Fırkası, kuruluşundan hemen sonra özellikle Ege Bölgesi’nde büyük bir taraftar kitlesi bulmuş ve önemli ölçüde teşkilatlanmıştır.Bu sebeple Fethi Bey’in yerel seçimler öncesinde propaganda amacıyla Ege Bölgesine yaptığı ziyaret ve burada yapılan toplantılara katılım büyük olmuştur.Bu toplantılar sırasında halk alınan bütün tedbirlere rağmen, hükümet ve inkılâplar aleyhine gösteriler yapmıştır. Bu durum, inkılâpların hayatiyetini temin açısından, henüz bir muhalefet partisi teşkili için zamanın erken olduğunu göstermektedir.Ancak kısa sürede büyük bir hızla gelişen parti, 1930 yılında yapılan yerel  seçimlere katılarak, 502 yerde belediye seçimlerini kazanmıştır. C. Halk Fırkası, Serbest  Fırka’nın seçimlerde usulsüzlük yaptığını iddia etmiş ve 502 belediyenin, 22 tanesi geçerli sayılmıştır.

 

Yerel seçimlerde Serbest  Fırka’nın yolsuzluk yaptığı iddiaları, mecliste sert tartışmalara yol açmış ve bu durum M. Kemal ile Fethi Bey’i karşı karşıya gelme noktasına getirmiştir. M. Kemal ile karşı karşıya gelmeyi arzu etmeyen Fethi Bey, Serbest C. Fırkası’nın bir anda cumhuriyet ve inkılâplara karşı olanların odaklandığı bir parti haline gelmesi üzerine, İçişleri Bakanlığı’na verdiği bir dilekçe ile fırkanın kendi kendisini feshetmesini sağlamıştır.Dolayısıyla Güdümlü Muhalefet Partisi olarak ortaya çıkan bu partinin kapanmasıyla, Türkiye’de yeniden 1945’e kadar devam edecek olan tek parti yönetimi kaçınılmaz olmuştur.

 

7. Menemen Olayı

 

Serbest Fırka’nın kendi kendisini feshetme kararı almasıyla adeta boşlukta kalan cumhuriyet ve inkılâp karşıtları, Türkiye’de ki bu değişimi sona erdirecek bir arayış içine girmişlerdir.Onlara göre bir isyan çıkararak, Türkiye’deki eski  günlere dönüşü sağlamak, başvurulacak yollardan birisi olarak görülmektedir.Manisa’nın bir köyünden geldikleri sanılan altı kişinin Menemen’e gelerek şeriat istemeleri ile isyan patlak vermiştir. Olayın duyulması üzerine bölgeye gelerek, isyancılara engel olmak isteyen Asteğmen Kubilay ile Hasan ve Şevki adındaki iki bekçi isyancılar tarafından öldürülmüşlerdir. Sıkı yönetimin ilan edildiği bölgeye, daha sonra askerî  birliklerin gelmesiyle isyancılardan üçü öldürülmüş, diğerleri de yakalanmıştır. İçlerinden Derviş Mehmet isimli kişinin peygamberlik iddiasıyla başlayan olay, şiddet kullanılarak bastırılmış, ancak bu olayın 6 kişinin gerçekleştirdiği bir olay olamayacağı, olayın arkasında başka güçlerin varlığı düşüncesiyle çok yönlü araştırma yapılmıştır. Olay sonrasında 34 kişi idam edilmiş, 41 kişi de çeşitli sürelerde hapis cezasına çarptırılmışlardır.

 

 
Türkiye’de Anayasal Hareketi

 

Anayasa en genel biçimde; devletin temel yapısını, yönetim biçimini, devletin temel organlarını, bunların birbirleriyle ilişkisini, kişilerin devlete karşı, devletin kişilere karşı olan hak ve görevlerini düzenleyen en üst yasalardır.

 

Dünyada anayasal sürecin, İngiltere’de 1215 yılında ki Magna Charta ile başlamasına karşın, çağdaş anlamda ilk yazılı anayasa Amerikan bağımsızlık savaşı sonrasında oluşturulan A.B.D anayasasıdır. Bununla birlikte 19. ve 20. yüzyıllara damgasını vuran ve başta Avrupa olmak üzere tüm dünyayı etkileyen anayasal süreç, Fransız İnkılâbı ile ortaya çıkmıştır.

 

Osmanlı Devleti’nde ise 1808 yılında imzalanan  Sened-i İttifak, iktidarın sınırlandırılması anlamında düşünülerek, Osmanlı da aynasal sürecin başlangıcı olarak kabul edilir. Ancak Sened-i İttifak ile padişahın yetkileri kısıtlanmakla birlikte, birer feodal derebey  kimliğinde olan ayanların da varlıkları yasallaştırılmıştır. Kısacası bu kısıtlama demokratik bir nitelikten çok,merkezi otoritenin sarsılmasının kağıt üzerine yansımasıdır. Zaten Padişah II. Mahmut, ilk fırsatta ayanların gücünü yok etmiş ve imzaladığı bu belgeyi geçersiz kılmıştır.

 

Fakat 1839 Tanzimat Fermanı, Türkiye’deki anayasal gelişmeler açısından önemli bir basamaktır. Tanzimat Fermanı bir anayasa olmamakla birlikte, anayasal bir yönetim için mücadele eden aydınların yetişmesine sağladığı katkı ile anayasal bir dönem için önemli bir adım olmuştur. 1876 Kanun-i  Esasi’sinin yürürlüğe girmesinde, batının demokratik ve liberal akımlarının etkisi altında kalan Tanzimat dönemi aydınlarının (Genç Osmanlılar) rolü büyüktür.

 

 1876 Osmanlı Kanun-i Esasisi

 

İlk Osmanlı anayasası olan, Mithat Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından hazırlanan Kanun-i Esasi,1875 tarihli Fransız anayasası ile 1831 tarihli Belçika anayasalarından esinlenerek oluşturulmuştur.

 

1876 anayasası ile şeklen de olsa  bir parlamento oluşturulmuştur. Ancak bu anayasa hükümdarın yetkilerini sınırlandırma ve iktidarın paylaşılması konusunda son derece yetersizdir. Çünkü yasamada son söz  meclise değil, padişaha aittir. Ayrıca yürütme  yetkisini elinde bulunduran hükümet, yine meclise değil, padişaha karşı sorumludur. Padişaha meclisi  istediği zaman dağıtma yetkisinin verilmesi de, bir başka sakıncalı hükümdür. Bu arada bir hukuk devleti için son derece kaygı verici bir madde olan 113. maddenin varlığı da, bir başka eksiklik olarak göze çarpmaktadır. Bu maddeye göre padişah istediği kişi veya kişileri herhangi bir yargı kararı olmaksızın yurt dışına sürgün edebilecektir. 1876 anayasasının çağdaş anayasalara göre geri olmasında rol oynayan hükümler bunlarla da sınırlı değildir. Anayasada temel hak ve özgürlükler çok sınırlı tutulduğu gibi, siyasi parti kurma ve siyasal faaliyetlerde bulunma ile ilgili herhangi bir düzenleme  de yapılmamıştır.

 

1876 anayasasının ilan edilmesinden kısa bir süre sonra 20 Mart  1877’de Osmanlı parlâmentosu (Meclis-i Mebusan = Ayan Meclisi + Heyet-i Mebusan) toplanmış ve çalışmalarına başlamıştır. Ancak 1877-78  Osmanlı-Rus Savaşı’nda uğranılan başarısızlığın faturasının  padişah ve hükümetine çıkarılması, parlamento ile II. Abdülhamit arasındaki ilişkileri gerginleştirmiştir. Bunun üzerine anayasanın kendisine verdiği yetkiyi kullanan II. Abdülhamit 14 Şubat 1878 tarihinde meclisi feshetmiştir. Aynı tarihte anayasa da rafa kaldırılmış, böylece I: Meşrutiyet dönemi sona ermiştir.

 

Olumsuz yönlerin yanı sıra, 1876 anayasasının ilanı ve meclisin açılması, daha sonraki dönemler için bir hazırlık ve deneyim dönemi olmuş, siyasal bilinçlenmeyi arttırmıştır.

 

Yaklaşık 30 yıl süren mutlakiyet rejimi 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyetin ilanı ile sona ermiş ve 1876 anayasası, üzerinde bazı değişiklikler yapılarak yeniden uygulanmaya konmuş, bir kez daha anayasalı monarşik rejime geçilmiştir.

 

1909 Tarihli Kanun-i Esasi

 

1876 anayasası üzerinde, 1909 yılında yapılan değişikliklerle oluşturulan anayasadır. Bu değişiklerle padişahın yetkileri sınırlandırılmış, yasamada son söz meclise bırakılmış ve bir anlamda parlamento hükümdara karşı güçlendirilmiştir. Kişi güvenliği açısından büyük sakınca yaratan 113. madde kaldırılmış, yürütme meclise karşı sorumlu hale getirilmiş, yurttaşlara siyasi parti kurma, siyasal faaliyetlerde bulunabilme ve toplantı yapma özgürlüğü sağlanmıştır.

 

1876 anayasası üzerinde 1909’da yapılan bu büyük değişiklerle, yasama  ve yürütme padişahtan koparak, ayrı ve demokratik organlar haline getirilmiş, kuvvetler ayrılığı gerçekleşmiştir. 1909 anayasa değişikliği parlamenter sistemi getirmiştir. 1909 anayasa değişikliği ile milli egemenlik ilkesi açıkça anayasada yer almamış, ancak anayasa değişikliğini ilan eden kararnamede “Hâkimiyet-i Milliye” prensibine yer verilmiştir. Bu nedenle 1909 anayasası milli hakimiyet prensibini telaffuz etmese bile bu ruh ile hazırlanmış bir anayasadır. Bu yönüyle de monarşinin kurum olarak oldukça yıpranması sağlanmıştır. Bu anayasa ve milli egemenlik kavramının ilk mayalandığı ortam olması açısından önem taşımaktadır.

 

Ordu mensuplarının aktif politikaya girmiş olmaları II. Meşrutiyetin olumsuz yönüdür. Çünkü bir süre sonra II. Meşrutiyetin mimarı sayılan İttihat e Terakki Cemiyeti yönetime tümüyle egemen olmuş ve rejim yarı askeri bir niteliğe bürünmüştür.

 

1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu

 

Bu anayasa, dağılan ve yok olmaya yüz tutan Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine, millet iradesine dayalı yeni bir Türk Devleti’nin kuruluşunu hukuki açıdan belgeleyen bir eserdir. Zamanın şartlarına göre yapılmış, kısa bir geçiş dönemi anayasası niteliğindedir.

 

Önceleri 5 Eylül 1920’de kabul edilen Nisab-ı Müzakere Kanunu ile çalışmalarını sürdüren ve kararlar alan TBMM, 20 Ocak 1921’de kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile anayasal bir çizgiye çekilmiştir. 1921 anayasasının ilk maddesinde, “Egemenliğin Kayıtsız Şartsız Millete Ait Olduğu” ifade edilmiştir. Böylece Türk tarihinde ilk kez milli egemenlik ilkesi somut olarak ortaya konulmuş ve padişahın iradesi yerine, millet iradesi geçmiştir. 23 Esas, 1 ek maddeden oluşan bu anayasa olağanüstü şartlardan dolayı kuvvetler birliği ilkesini benimsemiş ve yasama ile yürütmenin TBMM’nin içinden çıkacağı hükmünü kabul etmiştir. TBMM bu anayasadan aldığı yetki ile hem yasama, hem de yürütme gücünü kullanmış, böylece olağan üstü bir dönemin gerektirdiği ölçüde hızlı karar alma ve uygulama imkanını bulmuştur. Yasama ve yürütme gücünün TBMM’nde toplanmış olması, Bakanların meclis tarafından seçilmeleri, meclisin bakanları her zaman değiştirebilmesi, buna karşılık Bakanlar Kurulu’nun meclise karşı kullanabileceği bir silahının olmaması ve bir devlet başkanlığı makamının bulunmaması yönleriyle “Meclis Hükümeti” sistemi, ilk kez bu anayasa ile Türkiye’de uygulanmıştır.

 

   Bütün bunlara karşın saltanat makamına karşı olumsuz herhangi somut bir hükme bu anayasada yer verilmemiştir.Ayrıca aynı dönemde Osmanlı Kanun-i Esasisi’nin yürürlükte olması, çift anayasalı bir dönemin yaşanmasına yol açmıştır.Osmanlı anayasasının, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile çelişmeyen hükümlerinin varlığı inkar edilmemiştir.Ayrıntılı bir şekilde hazırlanmayan bu anayasada hak ve özgürlükler gibi temel konuların düzenlenmemiş olması da, Osmanlı anayasasının yürürlükte olmasına bağlanabilir.

 

1921  Anayasası Üzerinde Yapılan Değişiklikler

 

·     1921 anayasası üzerinde 29 Ekim 1923’de yapılan en önemli değişiklik,”Cumhuriyet” sözcüğünün anayasada telaffuz edilmesidir.

·     1923’deki anayasa değişikliği ile Meclis Hükümeti Sistemi terkedilmiş, Kabine Sistemine geçilmiştir.

·     1923’de yapılan bir diğer değişiklik ise, “Türk Devleti’nin Resmi Dilinin Türkçe”, “Dininin de İslam Dini” olduğu maddesine anayasada yer verilmesidir.

 

1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu

 

Milli Mücadele’nin kazanılmasının ve saltanatın kaldırılmasının ardından Osmanlı Kanun-i Esasi’si de resmen yürürlükten kalkmış ve sadece 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu en üst yasa olarak varlığını sürdürür hale gelmiştir.Ancak  cumhuriyetin ilan edilmesi ve halifeliğin kaldırılması gibi köklü düzenlemeler karşısında 1921 anayasası da ihtiyaçları karşılamaktan uzaklaşmış ve tartışılır hale gelmiştir.Yeni bir anayasa için yapılan hazırlıkların tamamlanmasından sonra 20 Nisan 1924’de yeni Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yürürlüğe girmiştir.

  1924 anayasasında cumhuriyet rejiminin vazgeçilmezliği üzerinde özellikle durulmuş ve kuvvetler birliği ilkesi 1921 anayasasındaki  kadar katı olmamakla birlikte korunmuştur. 1921 anayasasında olduğu gibi bu anayasada da,egemenliğin kayıtsız, şartsız millete ait olduğu, millet adına egemenliği kullanacak tek gücün TBMM olduğu açıkça vurgulanmıştır. 1924 anayasasında, Fransız İhtilali’nden sonra ortaya çıkan özgürlük anlayışı benimsenirken, bu özgürlüklerin kısıtlanmasının da ancak kanunla yapılabileceği hükmüne yer verilmiştir.Ancak bu sınırlamanın ölçüsünün açık bir biçimde ifade edilmemesi, iktidarın bu alanda geniş yetkiler elde etmesine ve sonraki yıllarda ciddi tartışmaların doğmasına yol açmıştır.

    1921 anayasasında yer almayan, ancak 1924’de düzenlenen bir başka konu ise anayasanın nasıl değiştirileceği konusunun hükme bağlanmasıdır. Buna göre 1/3 üyenin değişiklik teklifi sonunda oylamaya geçilebileceği, 2/3 üyenin kabul oyu vermesiyle de anayasanın ilgili hükmünün değiştirilebileceği hükme bağlanmıştır.

    1924 anayasası yargı yetkisini bağımsız mahkemelere bırakmıştır.Bu anayasa parlamento tarafından hazırlanmış ve kabul edilmiş olduğu için, Türkiye’nin en sivil ve olağan şartlarda hazırlanmış anayasası durumundadır.1924 anayasası doğrudan doğruya Kurtuluş Savaşı ve onun iktidara taşıdığı güçlerin eseridir.Ancak bu olumlu yanlarının yanısıra  1924 anayasası, siyasi partilerin durumu  ve faaliyetleri açısından boşluklarla dolu olduğu için, çok partili siyasi hayata geçilen dönemde sıkıntı yaratmıştır.Ayrıca bu anayasada kanunların anayasaya uygunluğu denetleyecek bir denetim mekanizması da yoktur.Anayasa meclisteki iktidar partisi çoğunluğunca kolaylıkla değiştirilebilmiştir.

 

1924  Anayasası Üzerinde Yapılan Değişiklikler

 

·     10 Nisan 1928’de Yapılan Değişiklikler :

A) _ 2. Maddede yer alan “Türkiye Devleti’nin Dini İslâm’dır” maddesinin anayasadan çıkartılması.

B) _ 16. ve 38. maddedeki “Vallahi” kelimesinin anayasadan çıkartılması ve yerine “Namusum üzerine söz veririm” ifadesinin konulması.

C) _ 26. maddedeki “Ahkâm-ı Şer’i yenin Tenfizi” sözünün anayasadan çıkartılması.

Bu değişikliklerin amacı, devleti dinin etkisinden kurtarmaktır.

·     5 Aralık 1934’de, 10. ve 11. maddelerde yapılan değişiklikle, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmiş, 18 olan seçmen yaşı 22’ye çıkarılmıştır.

·     5 Şubat 1937’de 6 Atatürk ilkesi anayasaya konulmuştur.

 

1961 Anayasası

 

    1924 anayasası, 1960 yılına kadar varlığını sürdürmekle birlikte, 1945  II.Dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan siyasal ve toplumsal gelişmeler karşısında sorunları çözmekte yetersiz kalmıştır.Her ne kadar Fransız İhtilali’nin saçtığı evrensel nitelikli hak ve özgürlüklere yer vermişse de, bu anayasanın II. Dünya savaşı sonrasında gündeme gelen ve yayılmaya başlayan insan hakları konusundaki yeni gelişmeleri kapsamaması bu yetersizliğin en önemli nedenidir.

 

    Ayrıca özgürlüklerin sınırlandırılması konusunda anayasanın iktidara geniş yetkiler tanımış olması, anayasaya aykırı olarak çıkarılan kanunların iptal edilmesini sağlayacak bağımsız bir üst yargının bulunmaması, bir başka ifade ile yasama organının işlemlerinin yargısal denetime tabi tutulması konusunda çağdaş düzenlemelerin yapılmamış olması, özellikle Demokrat Parti döneminde ciddi siyasal krizlere yol açmıştır.Sonuçta sistemin tıkanması ve siyasi kaos 27 Mayıs 1960’da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yönetime el koymasına neden olmuştur.27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi ile 1924 anayasası geçersiz sayılmış ve parlamento feshedilmiştir.Yeni bir anayasanın hazırlanması için Millî Birlik Komitesi ve Temsilciler Meclisi’nden oluşan iki kanatlı bir kurucu meclis oluşturulmuştur. Temsilciler Meclisi tarafından hazırlanan anayasaya Millî Birlik Komitesi tarafından son şekli verilmiş ve anayasa 9 Temmuz 1961’de halk oyuna sunularak kabul edilmiş, 20 Temmuz 1961’de  de  yürürlüğe girmiştir.

 

    Halk oyuyla kabul edilerek yürürlüğe giren ilk Türk  anayasası olan  1961 anayasası, o tarihe kadar hazırlanan Türk anayasalarının en uzunudur.1961 anayasası ile de, cumhuriyetin  vazgeçilmezliği ve egemenliğin millete ait olduğu hükmü vurgulanmıştır. 1961 anayasası ile yasama organ durumundaki TBMM iki kanatlı hale getirilmiştir.Bunlar Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu’dur.Seçimle belirlenen üyelerden oluşan Millet Meclisi’nin yetkileri daha geniştir.Cumhuriyet Senatosu ise seçimle gelen üyelerin yanı sıra, cumhurbaşkanının atamaları,Millî Birlik Kurulu üyeleri ve eski cumhurbaşkanlarının doğal üye olarak katılımlarıyla oluşmaktadır.

1961 anayasası ile yargı her açıdan bağımsız hale getirilmiş ve yargıç güvencesi sağlanmıştır.TBMM’nin çıkardığı yasaların anayasaya uygun olup olmadığını denetlemekle görevli Anayasa Mahkemesi , ilk kez tam olarak sendikalaşma, grev ve toplu sözleşme hakkı bu anayasa ile getirilmiştir.Başta üniversiteler ve TRT olmak üzere çeşitli kurumların özerkleştirilmesi yoluna gidilmiştir.

 

    1961 anayasasının sosyalleştirici bir rolü vardır.İlk kez bu anayasa ile toplumda anayasa kültürü doğmuştur.1961 anayasasının diğer bir rolü ise siyasileştirici etkisinin olmasıdır.Halkın siyaset sahnesine aktif bir unsur olarak girmesi ve katılımcı demokrasinin gelişmesinde 1961 anayasasının rolü büyüktür.

 

    T.Cumhuriyeti’nin en özgürlükçü anayasası olarak  değerlendirilen 1961 anayasası,1965 yılından sonra ortaya çıkan sosyal,toplumsal ve ekonomik sorunlar karşısında tartışılır hale gelmiştir.Bunun nedeni kimilerine göre hak ve özgürlüklerin çok geniş tutulması, kimilerine göre de bu hak ve özgürlüklerden dolayı gelişen muhalefete tahammül edilemeyişidir.Nedeni ne olursa olsun Türkiye 1970’li yılların başında yeniden ciddi bir anayasal bunalıma girmiş ve 12 Mart 1971 Askerî Muhtırası sonrasında anayasada ilk önemli değişiklikler gerçekleştirilmiştir.Bu değişikliklerle üniversiteler ve TRT’nin özerkliğinde sınırlama yapılmış,hak ve özgürlüklerle yargının durumu yeniden düzenlenmiştir. Ancak bu değişikliklere rağmen, sorunlar artarak devam etmiş ve ülkedeki siyasal ve ekonomik bunalım aşılamamıştır.Sonuçta 12 Eylül 1980’de yine bir askerî müdahale ile parlamenter rejime son verilmiş ve yeni bir dönem başlamıştır.

 

1982 Anayasası

           

    12 Eylül 1980 askerî müdahalesi ile 1961 anayasası yürürlükten kaldırılarak, parlamento feshedilmiş, siyasal partiler kapatılmıştır.Bu askerî müdahale sonrasında da yeni bir Kurucu Meclis oluşturulmuştur. Millî Güvenlik Konseyi ve Danışma Meclisi olmak üzere iki kanatlı bir şekilde oluşturulan bu Kurucu Meclis, anayasal ve yasal bir çatı oluşturmak, yeni bir anayasa hazırlamak ve TBMM açılana kadar yasama görevini yapmak gayesine yönelik olarak kurulmuştur.

 

    Danışma Meclisi tarafından kabul edilen ve Millî Güvenlik Konseyi’nce son şekli verilen anayasa,7 Kasım 1982’de halkoyuna sunularak ,% 92 kabul oyu ile yürürlüğe girmiştir.

Cumhuriyetin vazgeçilmezliğinin ve millî egemenliğin bir kez daha vurgulandığı 1982 anayasasında, Türk Devleti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak nitelendirilmiştir.1961 anayasasının başlangıç kısmında yer alan “Türk Milliyetçiliği” deyimi tartışmalara yol açtığı için, 1982 anayasasında “Atatürk Milliyetçiliği”ne bağlılığın devletin temel nitelikleri arasında gösterilmesi önemli bir yenilik olarak göze çarpmaktadır.

Yasama organı yeniden düzenlenerek 1961 anayasasıyla kurulan Cumhuriyet Senatosu kaldırılmış ve yeniden tek meclisli sisteme dönülmüştür.

 

    Yürütme konusunda ise 1961 anayasasındaki sistem aynen korunmuş olmakla birlikte,bir farklılık olarak cumhurbaşkanının meclisi feshetme yetkisi biraz daha genişletilmiştir.Buna göre 45 gün içinde bir hükümet kurulamaz veya güvenoyu alamazsa, cumhurbaşkanı meclisi dağıtıp, ülkeyi seçime götürebilecektir.

 

    Temel hak ve özgürlükler ise 1961 anayasasında olduğu gibi geniş ve kapsamlı bir şekilde düzenlenmiş olmakla birlikte, kısıtlayıcı bir anlayış benimsenmiştir.

 

    Din derslerinin ilk ve orta öğretimde okutulacak zorunlu ders kapsamına alınması, 1982 anayasasının en çok tartışılan yönlerinden birisini oluşturmuştur.

 

    Türk toplumu 1876’da günümüze kadar beş farklı anayasa ile yönetilmiştir. Günümüzde anayasa tartışmalarının hala devam ettiği düşünülürse, anayasadan kaynaklanan sorunların çözüme kavuşturulduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. 1924 anayasası dışında kalan (1876-1921-1961-1982) diğer dört anayasa, olağanüstü dönemlerin ürünü olarak, yine olağanüstü şartlarda oluşturulan kurullar yada kurucu meclisler tarafından acele ile hazırlanmıştır. Dolayısıyla olağanüstü dönemlerin etkisini yitirmesi ile mevcut anayasanın da yetersizliği de ortaya çıkmıştır. Türkiye’de bütün kesimlerin uzlaşmasıyla hazırlanacak sivil bir anayasa ile devlet-birey, devlet-toplum, toplum-birey, birey-birey ilişkilerinin sağlıklı bir temel üzerine oturtulması sağlanabilir.

 

 

Eğitim ve Kültür Alanında Yapılan İnkılâplar

 

Eğitim; bir insanın davranışında kendi yaşantısı yoluyla istediği değişmeyi meydana getirme sürecidir. Eğitim, genellikle örgün eğitim şeklinde algılanarak, okullarda yapılan öğretim faaliyetlerini ifade etmektedir. Bu anlamda devlet tarafından yürütülen bir hizmet olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Kültür; ise bir milletin sahip olduğu maddi ve manevi değerlerin bütünüdür.Kültürel alanda zenginlik, milletin ve aynı zamanda devletin güçlülüğünün ifadesi olarak kabul edilmektedir.

 

Eğitim ve Kültür günümüzde iç içe geçmiş vaziyette toplumun bilgili, dinamik ve problemleri çözebilen bir yapıda olmasını sağlar. Her devlet kendi milletinin varoluş felsefesi doğrultusunda bir eğitim ve kültür politikası belirleyerek uygular. Bu çerçevede T.C. de yeni eğitim ve kültür politikaları benimseyerek, bunları uygulamak amacıyla eğitim ve kültür alanında bazı inkılâplar yapmıştır.

 

1.Eğitim Alanında Yapılan İnkılâplar

a)Tevhid-i Tedrisât (Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunu

 

Osmanlı Devleti’nde Selçuklulardan devralınan geleneksel eğitim sistemiyle, 18.y.y. sonlarından itibaren Avrupa’dan esinlenerek kurulan, Batılı sistemde eğitim veren yeni okulların yer aldığı bir eğitim sistemi mevcuttu.Müfredat programları ve kuruluş amaçları birbirinden farklı olan medreseler ile, Avrupa tipinde kurulmuş olan okullardan mezun olan insanlar,  birbirinden oldukça değişik, hatta zıt dünya görüşlerine sahip oluyorlardı.Devlete bağlı okullardan iki farklı tip insan yetişirken, azınlıkların, yabancı devletlerin ve misyonerlerin sayıları her gün artan okulları da durumu daha karmaşık hale getiriyordu. Bu karışıklık sonucu zamanla ortaya çıkan mektepli-medreseli ayrımı, aydınlar arsında bölünmelere yol açarken, toplumun ilerlemesine de engel oluşturuyordu.

 

M. Kemal daha Millî  Mücadele yıllarında yaptığı bir konuşmasında, mektepli-medreseli çekişmesinin sona erdirilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Yine O, 16 Temmuz 1921’de Ankara’da Maarif  Kongresini açarken yaptığı konuşmada, “millî kültürün önemi ve gerekliliğinden bahsederken, toplumun eğitim ve kültür konularındaki bölünmüşlüğünün ortadan kaldırılması” hususuna dikkatleri çekmiştir. M. Kemal, 1 Mart 1922’de , T.B.M.M.’nin üçüncü toplanma yılını açış konuşmasında da yine bu konuya değinmiş ve eğitim ve öğretim alanında köklü yeniliklerin yapılması gereğinden bahsetmiştir.

 

M. Kemal bu denli önem verdiği eğitim konusunda, yapılacak yeniliklerin geciktirilmesinin, topluma büyük zarar vereceği endişesini taşımaktadır. Bu nedenle de O, bu konuda yapılacak olan işleri önceden plânlamıştır. Bu plân çerçevesinde zamanın Millî Eğitim Bakanı Vasıf Bey ve elli arkadaşı tarafından hazırlanan Tevhid-i Tedrisat (Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi) hakkında bir önerge, T.B.M.M.’ne sunulmuştur. Bu önerge 3 Mart 1924’de T.B.M.M. Genel Kurul’un da kabul edilerek, eğitim ve öğretim alanında birlik sağlanmıştır. Medreseleri kaldıran, bütün eğitim ve öğretim kurumlarını tek bir çatı altında toplayan ve eğitimimize millilik vasfı kazandıran bu kanun ile. Eğitimde yanlış uygulamalara ve batıl fikirlere yer verilmeyeceği de vurgulanmıştır.

 

Eğitim ve öğretim alanında bir başka değişiklik de 2 Mart 1926 tarihinde kabul edilen Maarif Teşkilâtı Hakkındaki Kanun ile gerçekleştirilmiştir. Bu kanunla laik eğitime uygun bir anlayışla, ilk ve orta öğretimin esasları belirlenerek,eğitim hizmetleri modern hale getirilmiş, yeni okulların açılabilmesi devletin iznine bağlı hale getirilmiştir.

 

Tevhid-i Tedrisat Kanunu, 1982 anayasasının, 174. maddesinde belirtilen, İnkılâp kanunlarının korunması   kapsamındadır.

 

b)Lâtin Harflerinin Kabulü (Harf İnkılâbı)

 

Müslümanlığı kabul etmeden önce Göktürk ve Uygur alfabelerini kullanmış olan Türkler, İslâmiyet’i  kabul etmelerinden sonra Arap alfabesini kullanmaya başlamışlardır.Bu çerçevede diğer Müslüman Türk Devletleri gibi Osmanlı Devleti’nde  de Arap alfabesi kullanılmıştır. Ancak 19. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı Devleti’nde bu alfabenin değiştirilmesi ya da ıslah edilmesi şeklinde tartışmalar başlamıştır.

 

Aslında Arap harfleriyle Türkçe’yi okumak ve yazmak daima sorun yaratmıştır. Çünkü Arap harfleri, Arap fonetiğine uygun olarak hazırlanmış olduğundan, Türk diline uymaktan uzak kalmıştır. Bu nedenle Türk ağzı ile bu harfleri hakkını vererek telaffuz etmek çok zor olmuştur.

 

T.C.’nin kurulmasından sonra, Arap alfabesinin bu durumu göz önünde bulundurularak, bazı aydınlar arasında bu harflerin Türkçe’nin yapısına uymadığı görüşü ağırlık kazanmıştır. Ülkede o yıllarda okur-yazar oranı oldukça düşük idi.Batı medeniyetine ulaşmada Lâtin alfabesine intibak etmek önemli bir sürat sağlayacaktı. Halkı büyük ölçüde okur-yazar yapmayı hedefleyen genç cumhuriyette, bu alfabenin değiştirilmesi konusunda bir tartışmanın başlatılmasına sebep olmuştur.

 

Bu tartışmalar sürerken, 1925’de takvim ve rakamların değiştirilmesi, alfabenin de değiştirilebileceği kanaatini güçlendirmiştir. Buna bağlı olarak 1926’da Bakanlar Kurulu tarafından “Dil Encümeni” adıyla, dil uzmanlarından oluşan bir çalışma grubu kurulmuştur.Alfabenin değiştirilmesi ve yeni Türk alfabesinin hazırlanması ile ilgili çalışmalar yapmak üzere kurulan bu grup, Latin harflerinin Türkçe’nin yapısına uyacağı düşüncesiyle, bu harfleri kullanan bir çok alfabeyi incelemeye başlamıştır. Dil Encümeni’nin çalışmaları sürerken, Türkiye’de  1927 yılından itibaren doktor reçetelerinin Lâtin harfleriyle yazılması uygun görülmüş ve bu durum alfabe konusundaki tartışmaları tırmandırmıştır.

 

Dil Encümeni 26 Haziran 1928’de Ankara’da yaptığı bir toplantıda, 1926’dan itibaren yaptığı çalışmaları değerlendirmiş, alfabe değişikliği ile ilgili olarak neler yapılması gerektiği ve nasıl bir yol izlenmesi lâzım geldiği hususlarının yer aldığı “Elifba Raporu” adıyla bir rapor hazırlamıştır. Bu raporu inceleyen M.  Kemal, “güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz” diyerek, alfabenin değiştirileceği konusunda ilk haberi vermiştir.Çalışmalar hızlandırılarak, 1 Kasım 1928 tarihinde Meclise, yeni Türk alfabesinin kabulü hakkında bir önerge verilmiştir. Bu önerge aynı gün, “Türk Harflerinin Kabul ve Uygulanması Hakkında Kanun” adıyla kabul edilmiştir.

 

3 Kasım 1928’de yürürlüğe giren 1353 sayılı bu kanunla, 1 Ocak 1929’dan itibaren Türkçe basılacak kitapların, Türk alfabesi ile basılması ve devlet dairelerinin 1 Ocak 1929’dan itibaren yeni harflerle muameleleri gerçekleştirmeleri mecburiyeti getirilmiştir. Bu kanunla bütün yurtta eğitim ve öğretim seferberliği başlatılmıştır. M. Kemal bazı yerlerde bizzat dersler ermiş ve halka yeni harfleri öğretmek noktasında “başöğretmenlik yapmıştır.1 Ocak 1929’da “Millet Mektepleri” açılarak, halkın okuma-yazma öğrenmesi temin edilmeye çalışılmıştır.

 

2.Kültür Alanında Yapılan İnkılâplar

 

a)Türk Tarihi Alanında Yapılan Çalışmalar

 

Tarih; geçmiş toplumların yaşayışlarını, birbirleriyle olan ilişkilerini yer ve zaman göstererek, sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde inceleyen bilim dalıdır.Tarihten faydalanmak, geçmişte yapılan hataları tekrarlamamak milletleri güçlü kılar. Bu sebeple milletlerin hayatında tarihin ayrı ve özel bir yeri olması gerekir.

 

Tarihi zengin olan bir millet, aynı zamanda güçlü bir millettir. Bir milletin güçlü olması, geçmişe ait manevi mirasına sahip çıkmasıyla mümkündür.Bu nedenle bu tür zenginliklerin günümüze aktarılabilmesi için tarihe ihtiyaç vardır.

 

Osmanlı Devleti döneminde gerek tarih araştırmacılığı, gerekse tarih öğretimi konusunda arzu edilen seviyeye gelinmediği bilinmektedir. Eğitim alanındaki ikili anlayış, tarihe de etki etmiş, medreseler genellikle İslâm tarihi ile ilgilenirken, diğer okullar da Osmanlı tarihi ile ilgilenmişlerdir.

 

Cumhuriyetin ilk yıllarında bu eksikliği fark eden  M. Kemal,”Tarih bir milletin neler başarmaya muktedir olduğunu gösteren en doğru kılavuzdur” diyerek, tarihin bir millet için önemini işaret etmiştir. O, tarihin toplum üzerindeki gücünü gözönünde bulundurarak,  bu alanda ciddi bir çalışmanın yapılmasını ve Türk tarihinin yeniden yazılmasını istemiştir.Atatürk bu konuda takip edilecek yolu, “Tarih yazmak, yapmak kadar önemlidir.Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir nitelik alır” diyerek ortaya koymuştur. Ayrıca Atatürk millî bir bakış açısıyla ele alınmış bir tarih anlayışı kazandırılması görüşündeydi.Atatürk’ün istediği manada millî tarih çalışmalarının sürdürülmesi ve Türk Milletinin bir millî tarihe sahip olabilmesi için ortaya koyduğu en önemli görüş ise şüphesiz Türk Tarih Tezi’dir. Bu tez ile Türk tarihinin sadece Selçuklu ve Osmanlı tarihlerinden ibaret olmadığı vurgulanarak, Türklerin İslâmiyet öncesinde de geçmişleri bulunduğu ve bunun da araştırılması gereği ortaya konmuştur.Bütün bu hedefleri gerçekleştirmek gayesiyle 1930’da Türk Ocaklarına bağlı, Türk Tarihi Tetkik Heyeti adıyla bir encümen kurulmuştur. 1931’de Türk Ocakları’nın kapanması üzerine, Türk tarihi ile ilgili çalışmalara ara verilmemesi için Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) kurulmuştur.

 

1932 Türk Tarih Kongresi’nde Atatürk’ün ortaya attığı Türk Tarih Tezi tartışılmış ve kabul edilmiştir.1935’de Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kurularak, Türk Tarihinin ilmî açıdan incelenmesine öncülük edecek bir kurum hizmete girmiştir.

 

b)Türk Dili Alanında Çalışmalar, Türk Dil Kurumu’nun Kurulması

 

Dil, insanlar arasında iletişimi sağlayan en önemli araçtır.Dil ayrıca bir milletin sahip olduğu tüm maddi ve manevi değerlerin,sonraki nesillere aktarılmasını da sağlar.

 

Dilin milletlerin uzun hayatlarında çeşitli zamanlarda değişikliklere uğradığı bir gerçektir. Türk dili de tarih boyunca büyük değişiklikler geçirmiştir.Osmanlı Devleti’nde Türkçe, Arapça, Farsça kelimelerin ağırlık kazandığı Osmanlıca denilen bir Türkçe’nin kullanıldığını görmekteyiz. Edebiyatta ve devlet hayatında kullanılan bu dilin yanında, Osmanlı’da halkın kullandığı sade dil, ülkede sanki iki dil varmış izlenimini uyandırmıştır. Osmanlı Devleti’nin son devirlerinde oldukça dikkati çeken bu çarpıklık, Tanzimat döneminden itibaren dil konusunda yeni arayışlara gidilmesine ve bu konuda araştırmalar yapılmasına yol açmıştır.Bu arayış 20.yüzyıl başlarına gelindiğinde Türkçe’nin yabancı kelimelerden arındırılması şeklini almıştır.

 

Harf inkılâbının olumlu sonuçları görüldükten sonra Atatürk, 1932 yılında “Türk dilinin kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğe kavuşmasını isteriz diyerek, dil konusunda yapılacak çalışmaları haber vermiştir. 1932’de bu gaye ile Türkçe’nin geliştirilmesini sağlamak üzere faaliyet yapacak Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) kurulmuştur.Bu kurumun çalışmaları ile konuşma dili ile yazı dili arasındaki fark ortadan kaldırılmıştır.

 

3.Sosyal Alanda İnkılâp Hareketleri

 

Bu alanda yapılan inkılâplar toplum hayatına çeki düzen vermek, Batı standartlarında bir sosyal hayat oluşturmak ve Batı ile olan ilişkilerde bir karışıklığa meydan vermemek amacıyla gerçekleştirilmişlerdir.

 

a)Kılık Kıyafette Değişiklik

 

Türk Milletine her alanda çağın icaplarına göre bir görüntü ve kimlik kazandırmak düşüncesini taşıyan M. Kemal, kılık-kıyafet konusunda bir inkılâbın gerekliliğine inanmaktaydı.O, bu maksatla halka giydikleri kıyafetin millî olmadığını, daha medeni bir görüntüye bürünmesi gerektiğini yaptığı muhtelif konuşmalarda anlatmıştır.M. Kemal’in bu konudaki kararlılığının bir sonucu olarak, Bakanlar Kurulu 2 Eylül 1925’te memurların şapka giymeleri yönünde bir karar almıştır.Ancak meclis bu kararı anayasaya aykırı bularak kabul etmek istememiştir. Bunun üzerine 25 Kasım  1925 tarihinde T.B.M.M’ de “Şapka Giyilmesi” hakkında bir kanun kabul edilmiştir. Yine 2 Eylül 1925 günü alınan bir kararla, din adamı dışındaki kişilerin cübbe ve sarık giymeleri yasaklanmıştır. Daha sonra 3 Aralık 1934’te din adamlarının, dinî kıyafetlerini (en yüksek din görevlisi hariç) sadece ibadet yerlerinde giymeleri esası getirilmiştir.

Böylece cumhuriyetin ilk yıllarında kılık-kıyafet alanında gerçekleştirilen bu inkılâplarla ülkede büyük ölçüde birlik-beraberlik sağlanmış ve halka daha modern bir görüntü kazandırılmıştır.

 

b)Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması

 

Selçuklular ve Osmanlılar zamanında Anadolu’nun Türkleşmesinde ve halkın müslüman kimliği içinde yoğrulmasında büyük hizmetleri geçen tarikatlar ve bunların kurumlaşmış şekli olan tekkeler, daha sonra asıl fonksiyonlarını kaybetmişlerdir. Dolayısıyla gerçek anlamda varlık sebepleri ortadan kalkmıştır.

 

Cumhuriyetin ilk yıllarında rejimi sağlamlaştırmak ve iç düzeni sağlamak amacıyla bir takım inkılâplara girişilince, Tekke ve Zaviyeler gerçekleştirilen bu inkılâplara karşı çıkmaya başlamışlardır.Halbuki yeni cumhuriyet rejiminde bu rejime ve inkılâplara karşı olan ve bu sebeple halk üzerinde olumsuz tesir yapabilecek böyle kuruluşlara ve yapılanmaya yer yoktu. M. Kemal bu konudaki kararlılığını, 1925’te yaptığı “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler,dervişler,müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru ve gerçek tarikat, medeniyet tarikatıdır” sözleriyle ortaya koymuştur. Bu düşünce ve kararlılığın ifadesi olarak, 30 Kasım 1925 günü kabul edilen bir kanunla tekke,zaviye ve türbeler kapatılırken,şeyhlik,dervişlik,dedelik,müritlik v.s. gibi unvan ve lakapların kullanılması da yasaklanmıştır.

 

c)Soyadı Kanunu

 

Cumhuriyet öncesi Türk toplumunda ailelerin dinî, sosyal,ailevî ve asalet kaynaklı lakaplar taşımaları,gerek insanlar arasında ayırıma yol açmakta,gerekse toplumsal ilişkilerde (nüfus,askerlik vb.) karışıklıklara neden olmaktaydı.Bu durum,cumhuriyetin millî sınırlar içinde tüm insanları eşit kabul etme mantığıyla bağdaşmıyordu.Dolayısıyla hızla modernleşen Türk toplumunda böyle bir bölünmüşlüğe yer verilmemeliydi.Bu gaye ile 21 Haziran 1934’te “Soyadı Kanunu” kabul edilmiştir.Bu kanuna göre; her Türk kendi adından başka ailesinin ortak olarak kullanacağı bir soyadı alacaktır.Alınan bu soyadları Türkçe olacak,yabancı milletlere ait adlar kullanılmayacak,soyadlarının ahlaka aykırı e komik olmamasına özen gösterilecektir.

 

24 Kasım 1934 tarihinde kabul edilen bir kanunla da,  M. Kemal’e T.B.M.M. tarafından “Atatürk” soyadı verilmiştir.

 

Yine bu tarihte   ağa, hacı , hafız, molla, hoca, efendi, bey,   beyefendi, hanım, hanımefendi, paşa, hazret gibi unvan ve lakapların soyadı olarak alınması yasaklanmıştır.Soyadı kanununun kabul edilmesi ile toplum hayatında yeni bir düzen ve disiplin sağlanırken, aile ve fertlerin de tam olarak tanınması mümkün olmuştur.

 

d) Kadın Haklarının Kabulü

 

Başta Atatürk olmak üzere T. C ’nin kurucuları, Türk Milleti’nin kadın-erkek ayrımı yapılmaksızın çağdaşlaşması görüşündeydiler. Dolayısıyla o tarihe kadar toplum hayatında aktif olarak yer alamamış olan Türk kadınlarının, bir an önce aktif hale getirilmeleri ve bunu sağlayacak bir takım kanuni düzenlemelerin yapılması gerekmekteydi. Türk kadını statüsü gereği erkeklerin gerisinde olduğu halde, Millî Mücadele sırasında erkeklerin yanında yer almış, Millî Mücadelenin kazanılmasında etkin rol oynamıştı.Bu nedenle Türk kadınına toplumda hak ettiği yer verilmeliydi.

 

Atatürk, Türk Milletini kalkındırmak ve çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırmak isterken,  kadınların bunun dışında tutulmasının mümkün olamayacağını belirtiyor ve 21 Mart 1923 tarihinde bir konuşmasında, “Kadınlara bir takım haklar tanınmasının gereği üzerinde” duruyordu.

 

 

Atatürk Dönemi Türk-Dış Politikası (1923-1932)

 

1.Atatürk’ün Dış Politikadaki Temel İlkeleri

a) Akılcı ve gerçekçi olmak.

b) Yapıcı ve barışçı davranmak.

c) Bağımsızlığımıza ve sınırlarımıza saygı duyan devletlerle iyi ilişkiler kurmak.

d) Diğer devletlerin iç işlerine karışmamak, kendi içişlerimize karışılmasına da fırsat vermemek.

e)Devletlerarası sorunları hukuka dayalı barışçı yollardan çözmek.

f) Dış politikanın iç teşkilata uygun olmasını sağlamak.

g) Milletin hayatı tehlikede olmadıkça savaşa girmemek.

h) Millî sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanarak varlığımızı sürdürmek.

 

1923-1932 döneminde Türk dış politikasının esasını, Türk inkılâbının temel prensipleri ve Türk millî siyaset anlayışına uygun olarak Lozan’da halledilemeyen meselelerin çözümü teşkil etmiştir.Bunun yanı sıra Lozan Antlaşmasıyla ortaya konan esasların uygulanması, büyük devletlerle olan ilişkilerin normalleştirilmesi, komşularımızla dostluk ilişkilerinin kurulmaya çalışılması yine bu dönem dış politikasının temel özellikleridir.Ayrıca bu dönemde uluslararası genel gelişmeler yakından takip edilerek, içte ve dışta istikrarın sağlanmasına çalışılmıştır.

 

2.Türk-İngiliz İlişkileri (Musul Meselesi)

 

Musul, sahip olduğu zengin petrol kaynakları nedeniyle batılı devletlerin ilgisini 19.yüzyıl sonlarından itibaren çekmeye başlamıştır.Özellikle İngiltere, I.Dünya Savaşı sırasında İtilaf Devletleri’nin diğer üyelerini Musul’un kendisine verilmesi konusunda ikna etmiştir.Osmanlı’nın paylaşımını esas alan ve I.Dünya Savaşı sırasında  İtilaf Devletleri arasında yapılan gizli antlaşmalar doğrultusunda İngiltere bölgeye ilgisini sürdürerek, Musul ve çevresinde çeşitli bölücü çabalara girişmiştir. Sonuçta İngiltere, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra, Türk birliklerinin kontrolünde olan Musul ve civarını Mondros Mütarekesi’nin ruhuna aykırı biçimde işgal etmiştir.Bundan sonra ise İngiltere bölgeyi elinde tutabilmek için her türlü çabayı göstermiştir.Nitekim İngiltere, Osmanlı Devleti ile imzaladığı Sevr Antlaşması ile Musul’u kurulması düşünülen Kürt Devleti’nin sınırları içine aldırmış ve konuyu kendi lehine halletmiştir. Ancak Anadolu’da M. Kemal’in önderliğinde başlayan Millî Mücadele hareketi, yayınladığı Misak-ı Millî’de Musul’u Türk toprağı saymış, Anadolu’da kurulan hükümet ise her platformda Sevr’i tanımadığını açıklamıştır.

 

Kazanılan zafer sonrası başlatılan Lozan Barış görüşmelerinde İngiltere’nin Musul’u bırakmamak konusundaki ısrarı sürmüş ve antlaşmanın tehlikeye girmemesi için Musul sorununun daha sonra taraflar arasında görüşmeler ile halledilmesi uygun görülmüştür.

 

Lozan Antlaşması’nın üçüncü maddesinde “Türkiye ile Irak arasındaki sınır sorununun, Türkiye ile İngiltere arasında dokuz ay içinde barışçı yollardan çözüleceği “ hükmü yer almaktadır. Bu hüküm gereği Türk-İngiliz görüşmeleri 1924 yılı Mayıs ayında başlamıştır. Haliç Konferansı adıyla tarihe geçen bu görüşmelerde Türkiye nüfus açısından, siyasî, tarihî, coğrafî,askerî ve stratejik nedenlere dayalı haklı gerekçelerini öne sürerek,Musul’un Türkiye’ye katılması gerektiğini savunurken,İngiltere Musul’un kendi mandaterliği altındaki  Irak’a bırakılması konusundaki ısrarını sürdürmüş ve bunun yanında Türkiye’den Hakkari’ye kadar uzanan toprak talebinde bulunmuştur. Bu durum da konferans, 5 Haziran 1924 yılında bir sonuca varmadan sona ermiştir. Lozan Antlaşması’nın Musul ile ilgili hükmü, bu görüşmelerin başarısızlığı durumunda sonucun Milletler Cemiyeti’ne götürülmesini öngörmektedir. Başlangıçta üyesi olmadığı, üstelik tamamen İngiliz kontrolünde olan bu organizasyondan Türkiye lehine bir karar çıkmayacağına olan inancından dolayı Türkiye Musul sorununu Milletler Cemiyetine götürmede tereddüt geçirmiş, ancak sonunda Türkiye Musul sorununun Milletler Cemiyeti’nde görüşülmesine razı olmuştur.

 

Musul sorunu, Milletler Cemiyeti tarafından 30 Eylül 1924’de görüşülmeye başlanmıştır.Milletler Cemiyeti tarafından oluşturulan komisyon, Milletler Cemiyeti’ne “Musul’un İngiliz mandası altındaki Irak’ın bir parçası sayılması gerektiğini ve Türkiye ile Irak arasındaki sınırında Brüksel’de belirlenmiş olan çizgiden geçeceğini” bildiren kararı aldıklarını bildirmiştir. Türkiye Musul komisyonunun kararını tanımadığını, komisyonun böyle bir karar alma yetkisinin olmadığını belirtmişse de, Milletler Cemiyeti, Milletler Cemiyeti Musul Komisyonu’nun kararını benimsemiştir.Bu sırada Türkiye, Şeyh Sait isyanının bastırılması işi ile uğraşmaktadır.Musul’u geri almak için kuvvete başvurmaktan başka çare kalmamıştır. Ülke içerisinde yaşanan yeni yapılanma ve Şeyh Sait isyanı gibi iç nedenler buna imkan vermemektedir. Bu nedenle Türkiye, Misak-ı Milli’den taviz sayılabilecek bir geri adımı atmak zorunda kalmış, 5 Haziran 1926’da imzaladığı Ankara Antlaşması ile Musul’u İngiliz mandası altındaki Irak’a bırakmıştır. Buna karşılık Türkiye’ye Musul petrollerinden 25 yıl süreyle % 10’ luk  hissenin verilmesi kabul edilmiştir. Ancak Türkiye aynı yıl 500.000 Sterlin karşılığında bu hisseden vazgeçmiş ve böylece Musul meselesi kapanmıştır.

 

3- Türk-Yunan İlişkileri (Etabli Meselesi)

 

Lozan Konferansı’nda Türkiye’de kalan Rumlarla, Yunanistan’da kalan Türklerin değiştirilmesi meselesi ele alınmış ve bu konuda 30 Ocak 1923’te bir sözleşme hazırlanmıştır. Buna göre; Türkiye’de kalan Rumlarla, Yunanistan’da kalan Müslüman Türklerin değişimi yapılacak, ancak 30 Ekim 1918’den önce İstanbul’un Belediye sınırları içinde yerleşmiş(Etabli) bulunan Rumlarla, Batı Trakya Türkleri bu değişimin dışında tutulacak, yani bunlar yerlerinden oynatılmayacaklardır. Bu değişimi uygulamak üzere Türk, Yunan temsilcilerinden ve tarafsız üyelerden oluşan bir komisyon oluşturulmaktadır. Ancak komisyonun faaliyete geçmesinden sonra Türk ve Yunan temsilcileri arasında, yerleşmiş (Etabli) deyiminin kapsamı yüzünden anlaşmazlık çıkmıştır. Türkiye’ye göre bu deyimin anlamı Türk kanunlarına göre tayın edilecektir. Yunanistan ise Türkiye’nin bu arzusuna karşı çıkmakta, Türkiye’de daha fazla Rum bırakabilmek için 30 Ekim 1918’den önce herhangi bir şekilde İstanbul’da bulunan her Rum’un yerleşik sayılması gerektiğini ileri sürmektedir.

 

Milletlerarası Adalet Divanı’nın yaptığı yorumlarda anlaşma sağlayamayınca, Türk-Yunan ilişkileri gerginleşmiştir. Yunanistan Batı Trakya Türkleri’nin mallarına el koyarak buralara, Türkiye’den gelen Rumları yerleştirmeye başlamıştır. Buna karşılık Türkiye’de İstanbul Rumlarının mallarına el koymuştur. Gerginliğin tırmanması üzerine sorunun görüşmeler yoluyla çözümlenmesi uygun görülmüş ve taraflar arasında 1 Aralık 1926’da bir antlaşma imzalanmıştır. Bu antlaşmanın uygulanması da kolay olmamıştır. Türkiye ile Yunanistan arasında savaş havası esmeye başlamış, fakat Türkiye ile bir savaşın Yunanistan’a getireceği sıkıntıları göze alamayan Venizelos, tutumunu yumuşatmış, Ankara’nın da buna karşılık vermesi üzerine 10 Haziran 1930’da Ahali anlaşmazlığını çözen yeni bir antlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşma ile doğum yerleri ve tarihleri ne olursa olsun, İstanbul Rumları ile Batı Trakya Türklerinin hepsi, etabli kapsamı içine alınmıştır. Böylece Lozan’dan beri süren bu anlaşmazlık çözümlenmiştir.

 

Yunanistan ile Türkiye arasında etabli sorunu ile bağlantılı olarak ortaya çıkan bir başka sorun da Patriklik konusudur. Lozan’da Türk temsilcilerinin Patrikliğin Türkiye dışına çıkartılması konusundaki ısrarlı istekleri Batılı ülkeler tarafından kabul edilmemiştir.Lozan’da  sadece Patriğin  siyasetle uğraşmaması konusunda sözlü bir anlaşmaya varılmıştır. 1924 yılında, boşalan Patriklik için yapılan seçimi kazanan kişinin mübadele (değişim) kapsamında yer alması üzerine Türkiye itiraz etmiş ve 1925 yılında yapılan seçim ile mübadele kapsamına girmeyen bir Patrik seçilmiştir.

 

1930’da etabli sorununun çözülmesinden sonra Türk-Yunan ilişkileri iyileşmeye başlamış ve Yunanistan Başbakanı Venizelos’un Ekim 1930’da Türkiye’yi ziyareti sırasında, ilişkileri geliştirmek maksadıyla üç yeni antlaşma daha imzalanmıştır.1931’de İsmet İnönü’nün Yunanistan’a yaptığı iade ziyareti ile, Türk-Yunan ilişkilerinde Kıbrıs meselesinin ortaya çıkışına kadar süren bir bahar dönemi yaşanmıştır.

 

4.Türk-İtalyan İlişkileri

 

Lozan’dan sonra T.C.’nin kuruluşu ile birlikte Milli Mücadele sırasındaki dostça tutumları göz önüne alınarak İtalyanlarla iyi ilişkiler kurulması yoluna gidilmiştir. İtalyanların, Milli Mücadele sırasında işgal ettikleri Türk topraklarında bir işgal gücü gibi davranmamaları, Türklere karşı dostça davranıyor görüntüsü yaratmaları 1917’de kendilerine vaat edilen İzmir’e, 1919 Paris Barış  Konferansı kararı ile Yunanlıların çıkarılmasına duydukları kırgınlıktan kaynaklanan bir durumdur. İtalyanlar Türklerin dostu oldukları görüntüsünü, sergilerken aslında Türkiye’de savaş sonrasında ortaya çıkacak yeni yönetimi ekonomik açıdan kendilerine bağlı hale getirme politikası gütmüşlerdir. Ancak 1922’de İtalya’da yönetime gelen Mussolini yönetiminin yayılmacı politikasının hedefleri şekillenmeye başlayınca, Türkiye’de İtalya’ya karşı bir endişe doğmuştur.Mussolini yönetimi, Roma İmparatorluğunu canlandırmak için sömürgecilik ve yayılmacılık politikasına yönelmiş, Doğu Akdeniz’i kontrolü altına almaya çalışmıştır.Bu da doğal olarak Türk-İtalyan ilişkilerinin gelişmesini olumsuz yönde etkilemiştir. 1925’de İtalya, Türkiye’nin Musul’u kurtarmak için kuvvet kullanmaya kalkışması halinde, kendilerinin de İzmir’e asker çıkaracakları tehdidini savurmuştur. 1926’da Musul sorununun Türkiye aleyhinde çözümü, Türk-İtalya ilişkilerinin değişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Musul sorununun çözümünden sonra İtalya ile Tarafsızlık ve Dostluk Antlaşması imzalanmıştır.

 

Ancak 1930’dan itibaren İtalya’nın takip ettiği yayılmacı politikayı yeniden uygulamaya koyması, Türkiye’yi endişelendirmiş ve Türk-İngiliz yakınlaşmasında, İtalya’nın bu tavrı etkin olmuştur.

 

1935’de İtalya’nın Habeşistan’a saldırması ikili ilişkilerde yeniden güvensizliğin yaşanmasına sebep olmuştur. Bu saldırı üzerine Milletler Cemiyeti İtalya’ya karşı zorlama tedbirleri almış, barışın korunmasından yana olan Türkiye’de bu tedbirlere destek vermiştir.İtalya’nın kendisine karşı zorlama tedbirleri uygulayan ülkelerle siyasî ilişkileri keseceği tehdidi 1936-45 yılları arasında Türk-İngiliz yakınlaşmasını doğurmuş ve bu durum doğal olarak Türk-İtalyan ilişkilerinin zayıflamasına yol açmıştır.

 

5. Türk-Fransız İlişkileri

 

Fransa, daha Millî Mücadelenin devam ettiği günlerde kendi kamuoyunun da baskısıyla, Türkiye ile 20 Ekim 1921 Ankara İtilaf namesini imzalamış ve T. B. M. M Hükümeti’nin varlığını tanıyan ilk İtilaf Devleti olmuştur.Ancak Lozan Antlaşması’nın ardından Osmanlı Borçları Meselesi, Türkiye-Suriye sınırının tespiti konusu, Türkiye’deki Fransız Misyoner Okullarının durumu gibi konular iki ülke arasında çözümlenmesi gereken meseleler olarak kalmıştır. Bu nedenle bu dönemde Türk-Fransız ilişkileri bu meselelerin çözümü ekseninde gelişmiştir.

 

Bu çerçevede ilk olarak ele alınan konu, Türkiye-Suriye sınırının çizilmesi meselesidir. 1921 Ankara İtilafnamesi’nde antlaşmanın imzalanmasından bir ay sonra Türkiye-Suriye sınırını çizmek üzere bir karma komisyonun kurulması öngörülmüştü. Bu komisyon ancak 1925 Eylül’ünde kurulabilmiştir. Taraflar arasında sınır tespiti konusunda yaşanan gerginlik iki tarafın da olumlu tutumu sonucunda aşılmış, 18 Şubat 1926’da parafe edilen antlaşma ile sorun çözümlenmiştir. Ancak Fransızlar Musul sorunu çözüme kavuşturulmadan bu antlaşmayı imzalamaya yanaşmamışlardır. Musul konusunun Türkiye’nin aleyhinde çözümü kesinleşince, bu antlaşma 30 Mayıs 1926’da imzalanmıştır.İyi komşuluk  ve Dostluk Sözleşmesi adını taşıyan bu antlaşmaya göre taraflar aralarındaki anlaşmazlıkları barışçı yollardan çözümleyecekler ve taraflardan birine yöneltilen silahlı saldırıda diğeri tarafsız kalacaktır.

 

Diğer bir mesele de Türkiye’deki Fransız  misyoner okulları meselesidir. Türk hükümeti bir yönetmelik hazırlayarak yabancı okullarda okutulan Tarih ve Coğrafya gibi derslerin Türkçe olarak ve Türk öğretmenler tarafından okutulması esasını kabul etmiştir. Fransız okulları bu yönetmeliğe uymak istememiş, bunun üzerine Fransa ve Papalık duruma müdahale etmeye kalkışmıştır. Türk Hükümeti ise sadece bu okulları kendisine muhatap aldığını belirterek, sorunu Fransız okul yöneticileri ile çözmüş ve Türkiye’nin isteklerini onlara kabul ettirmiştir.Ancak bu olay Türk-Fransız ilişkilerini zayıflatmıştır.

 

Borçlar meselesi ise daha şiddetli bir çekişmeye sebep olmuştur. Fransa, Osmanlı Devleti’nden en fazla alacağı olan ülkedir. Lozan Antlaşmasına göre Osmanlı borçlarının Türkiye tarafından ödenmesi, ödeme şeklinin taraflar arasında Lozan’dan sonra yapılacak ikili görüşmeler yoluyla belirlenmesi kararlaştırılmıştır. 1925’de toplanan komisyon  1928’de bir borç ödeme plânı yapmıştır. Fakat çok ağır bir ödeme plânı içeren bu antlaşmaya Türkiye, 1929’a kadar uyabilmiştir. 1929’da dünya ekonomik krizi patlak verince Türkiye ödeme sıkıntısı yaşamış ve Hoover moratoryumuna dayanarak ödemeyi geciktirmek istemiştir.Alacaklıların itirazı üzerine yapılan görüşmeler sonunda 1933’de Paris’te daha hafif ödeme şartları taşıyan yeni bir antlaşma imzalanmış, borçlar konusu böylelikle hal yoluna girmiştir.

 

1928’de Duyun-u Umumiye’nin tarihe karışmasından sonra Fransa ile yaşanan bir diğer sorun da Adana-Mersin demiryolunun satın alınması meselesidir. Osmanlı döneminden kalan kapitülâsyonları tümüyle kaldırmaya kararlı olan T.C. Türkiye’deki Fransız işletmelerinin millileştirilmesinde ısrar etmiştir.Buna başlangıçta karşı çıkan Fransız Hükümeti, Türkiye’nin ısrarı karşısında fazla direnmemiş ve 1929’da yapılan bir antlaşma ile durumu kabullenerek, Adana-Mersin demiryolunu Türkiye’ye satmıştır.

 

Bu dönemde Türk-Fransız ilişkilerini olumsuz yönde etkileyen bir başka konu da Bozkurt adlı bir Türk gemisiyle, Lotus adlı bir Fransız gemisinin 1926’da Midilli adası yakınlarında çarpışmasıyla ortaya çıkan durum üzerine başlayan Bozkurt-Lotus davasıdır.Bu davanın 1927’de Milletlerarası Adalet Divanı’nda Türkiye lehinde çözümlenmesi ile Türk-Fransız ilişkilerinde yaşanan gerginlik son bulmuştur.

 

1923-1932 yılları arasında Türkiye ile Fransa arasında yaşanan sorunlar küçük ve önemsiz gibi görünmekle birlikte,  bu sorunların hepsinin de temelinde Fransızların Kapitülâsyonların kaldırılmasına gösterdiği tepkinin yattığı göze çarpmaktadır.

 

6.Türkiye’nin İslam Ülkeleriyle İlişkileri

 

Türkiye bu dönemde Batılılaşma hareketleri çerçevesinde laiklik ilkesine de uygun olarak bir takım inkılâplar gerçekleştirirken, İslam alemiyle dostluk ilişkilerini de geliştirmek istemiştir. Bu istek doğrultusunda ilk önce Afganistan ile yakın ilişkiler kurulmuş, 1 Mart 1921’de Türk-Afgan Dostluk Antlaşması imzalanmıştır.Bu antlaşma ile iki ülke arasında ciddi bir dostluk sağlanmıştır. 1928’de bu antlaşmayı teyit eder nitelikte yeni bir Türk-Afgan Dostluk Antlaşması Ankara’da imzalanmıştır.

 

Bu dönemde Türkiye’nin kısmen aktif olarak ilişkiler içinde bulunduğu bir başka İslam ülkesi ise İran olmuştur. İran ile sınır meseleleri yüzünden Türkiye’nin sorunları vardır. Bu sıkıntılara son vermek amacıyla, iki ülke arasında 1926’da bir Güvenlik ve Dostluk Antlaşması imzalanmışsa da, bu antlaşma problemleri çözmeye yetmemiştir. Bunun üzerine 1928’de ek bir protokol imzalanarak, 1926 antlaşması daha etkin hale getirilmiştir. Nihayet 1932’de İran ile bir Dostluk Antlaşması imzalanarak, hem sınır sorunları çözülmüş hem de dostluk ilişkilerinin gelişmesi sağlanmıştır.

 

Diğer İslam ülkeleriyle ilişkileriz bu dönemde çok iyi değildir. Bunun da en önemli sebebi, Halifeliğin kaldırılmasına İslâm aleminin tepki göstermesidir. Ayrıca bu dönemde genellikle Müslüman ülkeler, Batılı devletlerin sömürgesi durumundadır. Bu nedenle Türkiye ile İslâm ülkeleri arasındaki ilişkiler, İngiltere ve Fransa’nın etkisi altında kalmıştır.

 

Ancak bu dönemde mevcut olan bu tür olumsuzluklara rağmen, Türkiye’nin İslâm ülkeleriyle ilişkileri zaman içinde gelişmiştir. Özellikle bu ülkelerde bağımsızlık mücadelelerinin başlaması sırasında, Atatürk bu mücadeleyi veren aydınlar için örnek teşkil etmiştir.

 

 

 

 

 

1932-1938 Dönemi Türk Dış Politikası

Türkiye 1923-1932 döneminde uyguladığı dış politikanın temelini oluşturan Lozan’dan geriye kalan sorunları 1930’lu yılların başında çözdüğü için,uluslar arası alanda daha aktif rol oynayabilecek duruma gelmiştir.Dolayısıyla bu dönemde Türkiye sadece kendisini ilgilendiren dış meselelerde değil, başta dünya barışının korunması olmak üzere, dünyanın genel meseleleriyle de meşgul olmuştur.

 

Ancak 1929’da yaşanan  dünya ekonomik krizi, bütün devletlerin dış politikalarını yeniden gözden geçirmelerine neden olmuştur. Türkiye’de doğal olarak dış politikasını yeniden gözden geçirmek zorunda kalmıştır. Dünya ekonomik krizinin etkisiyle bu dönemde devletler arasında gruplaşmalar meydana gelmiştir. Bu çerçevede bir tarafta, I. Dünya Savaşı sonucunda oluşan durumu ve mevcut statükoyu değiştirmek isteyen Almanya, İtalya ve Japonya gibi devletlerden oluşan Revizyonist grup; diğer tarafta mevcut statükoyu korumak isteyen İngiltere, Fransa ve S.Birliği gibi devletlerden oluşan Antirevizyonist grup olmak üzere iki grup ortaya çıkmıştır. Bu gruplaşmada Türkiye, antirevizyonist grupta yer almıştır. Türkiye’nin bu grupta yer almasının sebebi ise, kendi güvenliğini sağlamak, dünya barışına katkıda bulunmak ve S. Birliği ile olan dostluk ilişkileri sebebiyle bu ülkenin de yer aldığı bu grupta bulunmaktır.

 

1.Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne (Cemiyet-i Akvam ) Girişi

 

Milletler Cemiyeti, I. Dünya Savaşı’nın galibi devletler tarafından dünya barışını korumak, Versailles Antlaşması ile Avrupa’da oluşturulan düzenin korunmasını sağlamak ve uluslar arası işbirliğini artırmak amacıyla kurulmuştur. Ancak bu teşkilat başlangıçta bir süre İngiltere’nin kontrolünde faaliyet göstermiştir. Bu yüzden Türkiye, İngiltere ile olan sorunları nedeniyle ilk etapta teşkilata pek sıcak bakmamıştır. Ancak takip ettiği “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” felsefesinin bir gereği olarak Türkiye, 1928’den itibaren dünyadaki silahsızlanma faaliyetlerine katılmış ve 1929’da da Briand-Kellog Paktını imzalayarak, uluslar arası ilişkilerde barıştan yana olduğunu ortaya koymuştur Bu durum Türkiye’nin 1930’lardan itibaren Milletler Cemiyeti ile ilgilenmesine sebep olmuştur.

 

Türkiye 1932’de yapılan Cenevre Silahsızlanma Konferansı’nda, Milletler Cemiyeti ile işbirliğine hazır olduğunu bildirmiş, bunun üzerine İspanya ve Yunan temsilcileri Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabul edilmesi yönünde bir teklif vermişlerdir. Bu teklifin 6 Temmuz 1932’de Milletler Cemiyeti Genel Kurulu’nca kabulü ve bu kararın 18 Temmuz 1932’de de T.B.M.M.  Genel Kurulu’nda onaylanması sonucu, Türkiye resmen Milletler Cemiyetine üye olarak katılmıştır.

 

2.Balkan Antantı

 

Türkiye’nin bu dönemde takip ettiği dünya barışının korunması çerçevesinde, Balkanlar ve Ortadoğu özellikle barışın korunması konusunda en faydalı bölgeler olarak görülmüş   ve bunun için çaba sarf edilmiştir.

 

Türkiye zaten hem barışın korunması, hem de Balkan ülkeleriyle olan dostluk ilişkilerine verdiği önemin bir göstergesi olarak 1923’te Arnavutluk, 1925’de Bulgaristan ve Yugoslavya ile birer Dostluk Antlaşması imzalamıştı. Gerek bu antlaşmaların Türkiye  ile Balkan ülkeleri arasındaki ilişkileri geliştirmesi, gerekse 1930 yılında Türk-Yunan işbirliğinin gerçekleşmesi Balkan Antantı’nın kurulmasına giden yolda önemli mesafe alınmasını sağlayan unsurlar olmuştur.Ayrıca Türkiye ile Yunanistan arasındaki bu yakınlaşmanın bir sonucu olarak, 1933’te Dostluk ve Sınır Güvenliği Antlaşması’nın imzalanması, Balkanlar’daki olumlu havayı daha da geliştirmiştir.

 

Bu dönemde, Balkanlar’da Türkiye’nin öncülüğünde gelişen dostluk ve işbirliği havası, 1930’lardan itibaren ortaya atılmış olan Balkan Antantı fikrini güçlendirmiştir.Özellikle 1933 yılında Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesi bu fikrin, uygulamaya dönüştürülmesini sağlamıştır.

 

Balkan Antantı oluşturulurken, Balkan meselelerine büyük ilgi gösteren İngiltere, Fransa, İtalya, S.Rusya gibi büyük devletlerin onayı alınmış, ancak Bulgaristan ve Arnavutluk sonradan politikalarını değiştirerek bu birliğe katılmama kararı almışlardır. Balkan Antantı Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında 9 Şubat 1934’de imzalanmıştır. Bu antlaşmanın 6 Mart 1934’de T.B.M.M. tarafından onaylanması ile Türkiye resmen Balkan Antantı’nın üyesi olmuştur.

 

Balkan Antantı ile bu ülkeler, Balkanlar’daki sınırlarını bölgedeki revizyonist devletlere karşı korumak amacıyla tedbirler alacak, Balkanlar’da barışın korunması ve güçlendirilmesi konusunda birbirlerine yardım edeceklerdir. Bu birlik Türkiye’nin batı dünyası ile, özellikle de İngiltere ve Fransa ile ilişkilerini güçlendirmesine yol açmıştır.

 

3. Sâdâbâd    Paktı

 

Türkiye Balkanlarda uyguladığı bölgesel barışın korunması ve işbirliğinin güçlendirilmesi politikasını, Ortadoğu’da da bu dönemde uygulamak için gayret sarfetmiştir.Bu amaçla 1932 ve 1936 yıllarında olmak üzere üç kez Irak ile ve yine 1937 yılında bir kez de Mısır ile dostluk ve çeşitli konularda işbirliğini sağlayan antlaşmalar imzalanmıştır. Bunun yanı sıra 1935’de Türkiye-İran-Irak arasında Ortadoğu’da bölgesel işbirliğini geliştirmek gayesiyle üçlü bir antlaşma imzalanmış, bu antlaşmaya daha sonra Afganistan da katılmıştır.

 

Ancak Ortadoğu’da barış havasının estiği bu dönemde İtalya’nın Habeşistan’a saldırması, Doğu Akdeniz’de İtalyan tehlikesini daha  belirgin hale getirmiş ve tedbir alınmasını zorunlu kılmıştır. Bu nedenle bölgesel işbirliğinin daha etkin hale gelmesi gündeme gelmiştir. Bu anlayış doğrultusunda Türkiye’nin öncülüğünde Türkiye, Irak, İran ve Afganistan arasında, Tahran’daki Sâdâbâd Sarayında 1937’de Sâdâbâd Paktı imzalanmıştır.Bu antlaşma 1938’de T.B.M.M. tarafından onaylanarak, yürürlüğe girmiştir. 

 

Bu antlaşma ile taraflar kendi aralarındaki dostluk ilişkilerini devam ettirirken, aynı zamanda her konuda işbirliğine girmeyi de taahhüt etmişlerdir. Bunun yanısıra bu paktın bir başka önemi ise, Irak’ın İngiltere’nin mandası altında olması nedeniyle dolaylı olarak Türkiye ile İngiltere arasında da bir işbirliğinin gerçekleştirilmiş olmasıdır.

 

Türkiye Balkan Antlaşmasından sonra, Sâdâbâd   Paktıyla hem batıda hem de Ortadoğu’da bir güvenlik sistemi kurarak, kendisi için önemli gördüğü Balkanlar ve Ortadoğu’daki barışçı politikasını kuvvetlendirmiştir.

 

 

 

 

 

 

4-(1932-1938) Türk Sovyet İlişkileri

Türk-Sovyet ilişkileri cumhuriyetin ilk yıllarında oldukça dostluk havası içinde geçmişti.Ancak iki ülke arasındaki bu dostane ilişkiler, Türkiye’nin 1930’lardan itibaren Batılı  Devletlerle işbirliğine girmesinden olumsuz etkilenmiştir. Buna rağmen Türkiye Başbakanı ve Dışişleri Bakanları 1932’de S.Birliğini ziyaret etmişler ve bu ziyaret ilişkilere bir canlanma getirmiştir. Türkiye Sovyetlerle yaşadığı bu olumlu havayı bozmamak düşüncesiyle 1932’de Milletler Cemiyetine girerken, Sovyetlerin tasvibini almayı da ihmal etmemiştir. 1933 yılında iki ülke arasında zaman zaman görüş ayrılıkları yaşanmasına rağmen ilişkiler sıklaşarak devam etmiş, ancak 1934 yılında ilişkilerde kopukluk yaşanmaya başlanmıştır.Ancak bu dönemde bile Türkiye S.Birliği ile dostluğu sürdürmeye özen göstermiştir. 1933’de Almanya’da  Nazilerin işbaşına gelmesinden büyük rahatsızlık duyan Sovyetlerin İngiltere ile ilişkilerini artırması, Türkiye’nin işini kolaylaştırmıştır. S.Birliği’nin de 1934’de Milletler Cemiyetine girmesi Türk-Sovyet ilişkilerinde rahatlama sağlamıştır.

 

Sovyetler, bu dönemde imzalanan Balkan Antantı’ndan da rahatsızlık duymuşlar, ancak Türkiye tarafından kendilerine gerekli güvencelerin verilmesinden sonra Türk-Sovyet ilişkileri 1936’ya kadar olumlu bir seyir izlemiştir.1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalanmasından sonra iki ülke arasındaki dostluk havasını sürdürme imkânı kalmamıştır. Sovyetlerin dış politikasındaki bu değişiklik sadece Türkiye’ye özgü değildir.S.Rusya bu dönemde can düşmanı kabul ettiği Almanya ile olan ilişkilerinde değişiklik yapmış ve Almanya ile 1939’da bir antlaşma imzalamıştır.1945’den itibaren Sovyetler yayılmacı bir politika izleyerek, Türk topraklarına göz dikmişler ve bunu da açıkça ifade etmekten çekinmemişlerdir.

 

5. Türk İtalyan İlişkileri (1932-1938)

 

Bu dönem Türk-İtalyan ilişkilerinin gelişiminde 1928 Türk-İtalyan antlaşmasının tesiri olmuştur. Bu antlaşma Türkiye ile İtalya arasında büyük bir yakınlaşma sağlamamış olsa bile, 1934’e kadar ilişkilerin olumlu devam etmesinde rol oynamıştır. 1934’de İtalya’nın    Orta ve Yakındoğu’ya yayılma emellerinin ortaya çıkması Türk-İtalyan ilişkilerinin bozulmasına yol açmış, 1935’de İtalya’nın Habeşistan’a saldırması ise Türkiye’yi endişelendirmiştir.Milletler Cemiyeti’nin İtalya’yı bu saldırgan politikasından vazgeçirmek gayesiyle İtalya’ya karşı zorlayıcı tedbirler uygulaması, Türkiye’nin de bu tedbirlere destek vermesi Türk-İtalyan ilişkilerinin tamamen bozulmasına neden olmuştur. Özellikle İtalya’nın 1936 yılında 12 adayı kuşatması, Türkiye’yi huzursuz etmiş ve ilişkileri gerginleştirmiştir.Ayrıca  Türkiye ile yapılan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nde İtalya, konferansa katılmamış ve Türkiye’nin boğazlarla ilgili isteklerine karşı çıkmıştır.Bu gerginlik 1937’de iki ülke arasında Akdeniz konusunda yapılan bir anlaşma ile nispeten yumuşamıştır. Ancak bu yumuşamanın ardında İtalya’nın Türkiye’yi, Almanya-İtalya grubunun yanına çekmek istemesi gerçeği yattığı için, yumuşama dönemi kısa sürmüştür.Oldukça zikzaklı bir seyir takip eden Türk-İtalyan ilişkileri, Türkiye’nin statükocu devletler safında yer almasında etkili olmuştur.

 

6.(1932-1938) Türk-Alman İlişkileri

 

Almanya, I.Dünya Savaşı’nda yenilerek, imzaladığı Versailles Antlaşması yüzünden uluslar arası diplomatik ilişkilerden uzak kalmış ve dünya siyasetinde aktif bir rol oynayamamıştır.Bu nedenle 1932 yılına kadar Türk-Alman ilişkileri çok düşük bir seviyede gerçekleşmiştir.

 

Ancak 1933’de Nazi yönetiminin işbaşına geçmesiyle Almanya, siyasî ve ekonomik gücünü artırmağa başlamıştır. Buna bağlı olarak Almanya 1933’ten itibaren Orta Avrupa ve Balkanları ekonomik nüfuzu altına almaya yönelmiştir. Almanya’nın dünya siyasetinde aktif bir rol oynamaya başlaması ile birlikte, 1934’ten itibaren Türkiye ile Almanya arasında ekonomik ilişkiler hızla gelişmeye başlamıştır. 1938’de Almanya ile Berlin’de bir ticaret antlaşması imzalanmış,Alman Ticaret Bakanı Türkiye’yi ziyaret etmiştir.Bu ziyaret sonucunda Almanya’nın Türkiye’ye kredi vermesi ile ilgili bir antlaşma yapılmıştır. Ancak Almanya bu dostluğu kullanarak,Türkiye’yi Revizyonist ülkeler grubuna çekmeye çalışmıştır.Bundan rahatsızlık duyan Türkiye,Almanya’nın 1939’da Çekoslovakya’yı işgalini kınamış,Almanya ve İtalya’nın yayılmacı politikasına karşı Antirevizyonist ülkelerin yanında yer alarak, Almanya ile siyasî açıdan yolunu ayırmıştır.

 

7.(1932-1938) Türk-İngiliz İlişkileri,Montrö Boğazlar Sözleşmesi

 

19323-1932 yılları arasında Musul sorunu yüzünden oldukça gergin olan Türk-İngiliz ilişkileri, bu dönemde daha dostça ve karşılıklı anlayış çerçevesinde geçmiştir. Bu dönemde yaşanan olaylar Türk-İngiliz yakınlaşmasını artırmıştır.Bu olayların başında,İtalya’nın Habeşistan’a saldırması gelmektedir.Bu olay üzerine 1936’da Türkiye-İngiltere-Yunanistan-Yugoslavya arasında Akdeniz Paktı adıyla bir antlaşma imzalanmıştır.1936 Montrö Boğazlar Konferansı’nda bu yakınlaşmanın bir sonucu olarak İngiltere, Türkiye’yi desteklemiştir.1936’da İngiltere Kralı VIII. Edward, İstanbul’u ziyaret ederek, Atatürk ile bir görüşme yapmıştır.

 

Bu dönemde iki ülke arasındaki siyasî dostluk, ekonomi alanında da kendisini göstermiştir.1937’de İngilizlerin yardımıyla Karabük Demir-Çelik Fabrikası kurulurken, 1938’de İngiltere’nin Türkiye’ye kredi vermesini öngören bir antlaşma imzalanmıştır.

 

Ayrıca yine bu dönemde Türkiye’nin İngiltere ile olan ilişkilerinde yeni bir dönem açılmış,1937 Nyon Konferansı’nda Türkiye İngiltere ile birlikte hareket etmiştir. Bunu sonucunda 1939’da Türkiye-İngiltere-Fransa arasında Karşılıklı Yardım Antlaşması yapılmıştır. Bu olay Türkiye’nin yolunu kesin olarak çizdiğinin, uluslar arası meselelerde barışı korumak için İngiltere,Fransa gibi Batı Avrupa ülkelerinin yanında yer aldığının göstergesidir.

 

Montrö Boğazlar Sözleşmesi:

 

Boğazlar, hiç şüphe yok ki Türkiye açısından hayatî  öneme sahip bir bölgedir. Ancak Lozan’da imzalanan Boğazlar Sözleşmesi, Boğazlar konusunda Türkiye’yi tam yetkili kılmamıştır. Bu durum, Türkiye’nin bağımsızlık anlayışına ters düştüğü gibi Misak -ı Millî kararlarına da ters bir durum yaratmıştır. Çünkü bu sözleşme ile hem Boğazlar asker ve silahtan arındırılmış, hem de Boğazlardan geçişleri kontrol etmek ve geçişlerle ilgili olarak Milletler Cemiyeti’ne bilgi vermekle yükümlü bir Boğazlar Komisyonu kurulmuştu. Gerçi Türkiye’ye karşı ortaya çıkabilecek bir tehlike durumunda, Boğazların kullanımı ile ilgili olarak Milletler Cemiyeti ve özellikle İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya ve Türkiye’ye garanti vermişti. Ancak bu yetersizdi.

 

19323’de Lozan’da Türkiye’nin Boğazlar konusundaki bu çözüme razı olmasına rağmen, 19323’deki ortam devam ettirilememiştir. Milletler Cemiyeti güvenlik sisteminin dünyanın çeşitli bölgelerinde tam olarak uygulanamaması, İtalya ile Almanya’nın dünya barışını tehdit edecek ölçüde bir yayılmacı politika uygulamaya başlamaları, silahtan arındırılmış olan Boğazların geleceği ve güvenliği konusunda Türkiye’yi endişelendirmeye başlamıştır. Bunu üzerine Türkiye 1936’da “Şartlar Değişmiştir” ilkesinden hareket ederek, 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesini imzalayan devletlere birer nota göndererek, mevcut sözleşmenin değiştirilmesini istemiştir. İngiltere, Türkiye’nin bu isteğini haklı görerek Türkiye’yi desteklediğini açıklamıştır. İngiltere’nin bu açıklamasının ardından Balkan Antantı Daimi Konseyi de bu yönde bir karar almıştır. Lozan Boğazlar Sözleşmesine imza koyan diğer devletlerin de Türkiye’nin bu isteğine sıcak bakmaları üzerine, İsviçre’nin Montrö şehrinde bu amaçla bir konferans düzenlenmiştir. Görüşmeler sonucunda 20 Temmuz 1936’da Türkiye, İngiltere, Fransa, S. Birliği, Japonya, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve Yugoslavya arasında Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalandı.

 

Bu sözleşme ile Boğazlar Komisyonu kaldırılmış, Türkiye’ye Boğazlarda asker ve silah bulundurma hakkı tanınmıştır. Böylece Boğazlar konusunda Türkiye’nin kısıtlanmış olan hakları iade edilerek, Milletler Cemiyeti’nin yetersiz garantisi yerine, Türkiye’nin kendi gücüne dayanarak, Boğazlarda kendi savunmasını yapması imkanı sağlanmıştır. Ayrıca bu sözleşme ile Boğazlardan geçiş ve seyr-i sefer işi, Türkiye’nin ve Karadeniz’de kıyısı olan devletlerin güvenliği sağlanacak şekilde düzenlenmiştir. Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin Karadeniz’e geçebilecek gemilerinin büyüklüğü, cinsi ve tonajı sınırlandırılırken, Karadeniz’de kıyısı olan devletlerin savaş gemilerinin geçişi açısından oldukça serbestlik sağlanmıştır.

 

Türkiye’nin Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Boğazlarda tam hakimiyetini sağlaması, uluslar arası ilişkilerde de prestijini artırmıştır. Bu sözleşme Türk-İngiliz ilişkilerinde yakınlaşma sağlarken, Türk-Sovyet ilişkilerinde ayrılığın başlamasına yol açmıştır.

 

8.(1932-1938) Türk-Fransız İlişkileri, Hatay Sorunu

 

Bu dönem Türk-Fransız ilişkilerinin en önemli konusunu, Hatay (İskenderun sancağı) meselesi oluşturmuştur.

 

Misak-ı Millî sınırları içerisinde yer alan Hatay (İskenderun), 20 Ekim 1921 Ankara İtilafnâmesi ile Suriye sınırları içinde bırakılmış ve bu sancağa özel bir yönetim şekli tanınmıştır.

 

1936 yılında Fransa, Suriye ile ona bağımsızlık vermeyi öngören bir antlaşma imzalayınca, Suriye sınırları içinde yer alan İskenderun sancağının statüsünün ne olacağı konusu gündeme gelmiştir. Bu tarihte Fransa, İskenderun sancağını Suriye’ye bırakmak istemiştir. Türkiye bu isteğe şiddetle karşı çıkmış ve Fransa’dan 1936’da bu sancağa bağımsızlık vermesini istemiştir. Fransa, bu konuda karar verme yetkisinin olmadığını Türkiye’ye bildirerek, konuyu Milletler Cemiyeti’ne götürmeyi önermiş, Türkiye de bu öneriyi kabul etmiştir. Böylece Milletler Cemiyetine götürülen Hatay meselesi, 1936 tarihinden itibaren burada ele alınmaya başlamıştır. İngiltere’nin de desteği ile Milletler Cemiyeti 1937’de Türkiye’nin tezini benimseyerek, sancağa ayrı bir statü tanınmasını kabul etmiştir. Buna göre sancak içişlerinde serbest, dışişlerinde Suriye’ye bağlı bir hale getirilirken, resmî dili Türkçe olacak ve ayrı bir anayasası bulunacaktır. Ayrıca sancağın resmî dilinin Türkçe olması ve toprak bütünlüğünün korunması hususunun, Türkiye ile Fransa arasında daha sonra yapılacak bir antlaşma ile garanti altına alınması öngörülmüştür. Bu antlaşma 29 Mayıs 1937 günü imzalanmıştır. Bu antlaşma ile hem Türkiye-Suriye sınırı çizilmiş, hem de söz konusu hususlarda garanti verilmiştir. Daha sonra sancak anayasasının çalışmaları sırasında Fransızlar, Türkiye’ye bazı zorluklar  çıkartmışlarsa da, 1938 yılında Almanya’nın Avusturya’yı ilhakı, Fransa’nın Türkiye’ye karşı tutumunun yumuşatmasına sebep olmuştur.Bu anlayış içerisinde iki ülke arasında 1938’de gerçekleştirilen Askerî Antlaşma ile sancağın statüsü aynen korunurken, 4 Temmuz 1938’de imzalanan Dostluk Antlaşmasıyla Hatay sorununun çözümü biraz daha kolaylaştırılmıştır.

 

İskenderun Sancağı Meclisi, 1938 Ağustos’unda yapılan seçimlerin ardından,2 Eylül  1938 tarihinde açılmıştır. Meclis, İskenderun Sancağına,Hatay Devleti adını verirken, yönetim şeklini de “Cumhuriyet” olarak belirlemiştir. Böylece Türkiye’nin çabaları sonucu, Hatay Devleti ilk aşama olarak kurulmuştur.Aslında Türkiye’nin nihai hedefi, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasıdır. En sonunda Türkiye’nin bu isteği, iki ülke arasında 23 Haziran 1939’da imzalanan bir antlaşma ile Fransa tarafından kabul edildi. Bunun üzerine Hatay Meclisi de 23 Haziran 1939 tarihindeki son toplantısında oybirliği ile Türkiye’ye katılma kararı almıştır.Böylece Hatay Cumhuriyeti anavatana katılırken, Türkiye’nin bu yöndeki politikası da olumlu sonuç vermiştir. Bu politikanın başarıyla sonuçlanmasında şüphesiz, bu dönemde Avrupa’nın içinde bulunduğu durum, İngiltere’nin Türkiye’ye sağladığı destek ve en önemlisi Türkiye’nin dış politikadaki kararlılığı etkili olmuştur.

 

ATATÜRK  DÖNEMİ  SONRASI  TÜRKİYE

 

A)İnönü Dönemi İç Politikası

 

Atatürk’ün ölümünün ertesi günü, 11 Kasım 1938’de İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle, Türkiye’de yeni bir dönem başlamıştır. İsmet İnönü, Atatürk kadar karizmatik özellikler taşımasa da, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki başarıları ve CHP içindeki etkinliği ile 1950 yıllarına kadar ülkeyi tek başına yönetmeyi başarmış ve bu döneme damgasını vurmuştur. 1924 anayasasının cumhurbaşkanına verdiği yetkilerin sınırlı olmasına rağmen, İsmet Paşa CHP ve meclis içindeki gücünü korumuş, “Milli Şef” ve “Değişmez Genel Başkan” sıfatlarıyla ülkenin kaderini doğrudan etkilemiştir.

 

İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı ile ilgili dönemin temel meseleleri,  II.Dünya Savaşı ve Çok Partili Siyasî Hayata Geçilmesidir.

 

İnönü 1939’a kadar Atatürk’ün son başbakanı Celal Bayar ile çalışmıştır. Dış politika ilkeleri ve ekonomik politikaları farklı olan bu iki devlet adamı, iki ay kadar devletin zirvesinde bulunan ilk iki ismi oluşturmuşlardır. Ancak iki ay sonra Celal Bayar kabinesinde iki önemli değişiklik yapılmış, Dışişleri ve İçişleri Bakanları İnönü’nün benimsediği isimlerle değiştirilmiştir. Bu değişiklikler İnönü döneminde iç ve dış politikada Atatürk  döneminden farklı bir siyaset izleneceğinin göstergesidir. Bu dönemde yaşanan bir diğer önemli gelişme de, 26 Ararlık 1938’deki CHP. Olağanüstü Kurultayının toplanmasıdır.Bu kurultayda İsmet İnönü “Değişmez Genel Başkan e Millî Şef” ilan edilmiştir. Böylece İsmet Paşa’nın yaklaşık 12 yıl sürecek olan “Millî Şef ” lik dönemi başlamıştır. Bu durumdan memnun olmayan Celal Bayar’ın Başbakanlıktan ayrılmasıyla, 25 Ocak 1939’da Refik Saydam yeni hükümeti kurmuştur.

 

İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanlığının ilk yılları, II. Dünya savaşı yılları olduğu için, tüm ekonomik ve siyasî girişimler, bu dönemde Türkiye’yi bu savaşın olumsuz etkilerinden uzak tutmak adına gerçekleştirilmiştir. Ne zaman biteceği bilinmeyen bu savaş yüzünden çok sayıda genç askere alınmış, temel ürünlerle ilgili olarak devlet stokları geniş tutulmuştur. Bunlar iç piyasada büyük bir darlığın yaşanmasına ve fiyatların olağanüstü artmasına yol açmıştır.Hükümet karaborsacılarla ve stokçularla yoğun bir biçimde uğraşmışsa da, bu mücadelede toplumun geniş katmanlarını memnun edecek bir başarı elde edilememiştir. 1942’de Refik Saydam’ın ölümü üzerine Şükrü Saraçoğlu Başbakan olmuştur. Bu yılların en önemli olayı  Varlık Vergisi  Kanunu’nun çıkarılmasıdır. Servetlerin bir defaya mahsus vergilendirildiği, vergisini ödemeyenlerin bedensel çalışmaya tâbi tutulduğu bu uygulama, büyük tartışmalara yol açmış ve 1944 yılı başlarında kaldırılmıştır. Tarım kesimiyle ilgili olarak ise Nisan 1944’de Aşar vergisinin bir benzeri olan “Toprak Mahsulleri Vergisi Kanunu” çıkarılmıştır.Gerek Varlık vergisi, gerekse 1946’da kaldırılan Toprak Mahsulleri vergisi halkın İnönü dönemi hükümetlerinden soğumasından başka önemli bir sonuç doğurmamıştır. Ekonomik alandaki tüm olumsuzluklara rağmen, bu dönemde Türkiye silah sanayiinde kullanılan kromu, savaşan ülkelere satarak döviz rezervlerinde olağanüstü bir artış yaşamıştır.

 

İnönü döneminde, Atatürk döneminde başlatılan eğitim faaliyetlerine, özellikle kırsal kesim ağırlıklı olarak hız verilmiş ve Köy Enstitüleri projesi hayata kazandırılıştır. Kırsal kesimle ilgili olarak bu dönemde Toprak ve Tarım Reformu çalışmalarına yeniden hız verilmiş ve topraksız köylü bırakılamaması arzulanmıştır. Ancak geniş arazi sahiplerinin tepkisi ve konuyla ilgili alt yapı yetersizlikleri yüzünden bu proje başarıya ulaştırılamamıştır. Bu dönemde yine eğitim alanında klasik müzik eğitimine önem verilmesi, tiyatronun yaygınlaştırılması, kütüphaneler açılması, doğu ve batı klasiklerinin Türkçe’ye kazandırılmasına yönelik çalışmalar yapılmıştır.

 

İnönü döneminin iç politikadaki en kayda değer olayı ise, çok partili siyasi hayata geçiş için atılan adımlardır. 1939 Mayıs’ında toplanan CHP 5. Kurultayı’nda hükümeti denetlemekle görevli 21 kişilik bir Müstakil Grup kurulmuştur. Ancak hükümeti denetlemek işlevini üstlenen bu grup,CHP’nin doğrudan denetiminde olduğu için demokrasi konusunda beklenen faydayı sağlayamamıştır. İnönü döneminde, Atatürk döneminde siyasetten uzaklaştırılmış olan Kazım Karabekir, Fethi Okyar, Rauf Orbay ve Ali Fuat Cebesoy gibi isimler, yeniden milletvekili yapılarak, bir yumuşama sağlanmıştır. Fakat demokrasi yolunda asıl ciddî ve kalıcı girişim, 1945’de iç ve dış dinamiklerin etkisiyle gerçekleşmiştir. Terakkiperver C. Fırkası ve Serbest C. Fırkası denemelerinin bıraktığı heyecanın halen sürdüğü Türkiye’de, İnönü dönemi hükümetlerini yeniden çok partili siyasî hayata geçme kararına iten iç dinamiklerin başında, savaş yıllarında uygulanan ve özellikle kırsal kesimde yaşayanlarla, esnaf-tüccar kesimini memnun etmeyen ekonomik politikaların bu kesimlerde yarattığı huzursuzluk gelmektedir.Bir başka iç dinamik ise 1923’den beri iktidarda bulunan CHP’nin ciddi bir yıpranma sürecine girmesi ve kendini yenileme ihtiyacı duymasıdır.

 

Türkiye’nin demokrasiye yönelmesinde etkili olan dış dinamiklerin başında ise II. Dünya Savaşı’nı ABD, İngiltere, Fransa gibi demokrasiyi savunan ülkelerin kazanması gelmektedir. II. Dünya Savaşı’nın sonu ile birlikte dünyada yeni dengeler oluşmaktadır. Türkiye’nin bu yeni oluşumun içinde yer alabilmesi ise, Batı’nın her alandaki standartlarını benimsemesi ile yakından ilgilidir. Ancak Türkiye’nin Batı’ya yönelmesini hızlandıran asıl önemli gelişme 1945 yılındaki Sovyet tehdididir. Stalin yönetimindeki S. Rusya’nın 1925 yılında Türkiye ile yapılan antlaşmayı uzatmayacağını açıklaması, bununla yetinmeyerek Kars, Ardahan, Artvin’i isteyen ve boğazların ortaklaşa savunulmasını öngören bir nota vermesi Türkiye’de tepkiye neden olmuştur.

 

Bu iç ve dış gelişmelere bağlı olarak Türkiye’de CHP. Dışında başka siyasî partilerin de kurulması gerektiği yolunda ilk ciddi açıklama, B. Milletler Örgütü’nün kuruluşu için San Francisco’da bulunan Türk heyetinden gelmiştir. İsmet Paşa da II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle ilgili olarak yaptığı konuşmada, “demokrasiye geçileceğini” açıklamıştır.Bu konudaki bir başka önemli adım da,  Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü’nün CHP Meclis Grubu Başkanlığına erdiği “Dörtlü Takrir”dir. Bu ılımlı havanın etkisiyle 18 Temmuz 1945’de “Millî Kalkınma Partisi” kurulmuştur. 7 Ocak 1946’da CHP’den ayrılmış olan Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat köprülü’nün önderliğinde “Demokrat Parti”’nin kurulmasıyla artık demokrasiye geçiş çabaları, geri dönülmez bir seviyeye gelmiştir.

 

Savaş yıllarında ihmal edilen kırsal kesim insanlarıyla, yine savaştan olumsuz yönde etkilenen büyük ve küçük sermaye çevreleri için bir umut ışığı olan Demokrat Parti, aynı zamanda demokrasiye özlem duyanlar için de ideal bir siyasî platform olarak görülmekteydi. D.P.’nin kurulmasından kısa bir süre sonra 1946 Temmuz’unda ilk tek dereceli ve çok partili seçimler yapılmıştır. Açık oy-gizli tasnif yöntemiyle yapılan bu seçimlerde D.P.’nin halktan gördüğü yoğun ilginin henüz sandığa yansımamış olduğu  görülmüş ve CHP 390, DP ise 66 milletvekilliği kazanmıştır.

 

1946 seçimlerinden sonra kan değişikliğine gitmek isteyen İnönü, Saraçoğlu’nun yerine Recep Peker’i başbakanlığa getirmişse de, D.P.’nin büyümesine engel olamamıştır. Bir süre sonra Recep Peker’in istifası üzerine 1947’de Hasan Saka yeni hükümeti kurmuştur. Bu arada D.P.’de huzurlu değildir. Bu partiden de Fevzi Çakmak’ın önderliğinde ılımlı bir grup ayrılarak, 1948’de “Millet Partisi”’ni kurmuştur.

 

CHP. Cephesinde Hasan Saka’nın da istifasıyla, İnönü’nün son başbakanı olan Şemsettin Günaltay yeni hükümeti kurmuştur. 1950’de yapılan genel seçimlerde, seçim sisteminde değişikliğe gidilerek, çoğunluk sistemine dayanan ancak gizli oy-açık tasnif usulüne göre seçim gerçekleşmiştir. Bu seçimlerde büyük bir üstünlük sağlayan D.P. % 53.3 oy oranıyla, 408 milletvekili çıkarmıştır. Böylece CHP iktidarı D.P.’ye devretmiştir.

 

Demokrat Parti Dönemi (14 Mayıs 1950-27 Mayıs 1960)

 

1950 seçimleri sonrasında İnönü’nün Cumhurbaşkanlığından ayrılması ile Celal Bayar Türkiye’nin üçüncü cumhurbaşkanı olarak göreve başlamıştır. Adnan Menderes ise başbakan olarak atanmıştır. D.P.’nin ilk yıllarında  dışarıdan, özellikle ABD’den gelen yardımlar sayesinde görülmemiş bir bolluk yaşanmıştır. 1952’de Türkiye’nin Nato’ya girmesiyle, II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan yalnızlık da sona ermiştir.Doğal olarak bu gelişme iç politikaya da yansımış ve D.P.’nin gücü ve halktan aldığı destek artmıştır.

 

D.P.’nin iktidar gelmesiyle birlikte 1923’den beri uygulanan denk bütçe ilkesinden vazgeçilmiş, para ve maliye politikası kökten değiştirilmiştir. Ekonomik canlanmayı gerçekleştirmeye çalışan yeni hükümet, harcamalarını artırmıştır.D.P.’nin ekonomideki temel hedefi, ekonomik kurumsallaşmayı gerçekleştirmek ve özel sektörün gelişmesine öncelik tanımaktır. İlk yıllarda ekonomide büyük bir canlanma yaşanmış, millî gelirde %15’lik bir artış görülmüştür. Fakat 1954 yılından sonra özellikle dış ticarette denge bozulmaya başlamış ve hükümet kaçınılmaz olarak dış borçlanmaya yönelmiştir. Bu borçlanma siyaseti 1958’de devalüasyona, yani Türk parasının değer kaybetmesine yol açmıştır.

 

Kırsal kesimde de D.P.’nin iktidara gelmesiyle canlanma yaşanmış, özellikle Marshall yardımı sayesinde başta traktör olmak üzere, tarım aletlerinin yaygınlaştırılması gerçekleştirilmiştir. (1948’de 1800 traktör var iken, 1957’de 44.000 traktöre ulaşılmıştır.)

 

D.P., Sanayileşme konusunda önceliği özel sektöre vermekle birlikte, devlete it kuruluşları genişletmek ve yeni fabrikalar açmaktan da geri durmamıştır. Bu dönemde açılan  bazı devlet işletmeleri şunlardır. MKE (1950), Denizcilik Bankası (1951), EBK (1952), DMO (1954), TPAO (1954), Türkiye Selüloz ve Kağıt Fab. (1955) ve Ereğli Demir ve Çelik Fab.(1960) ‘dır. Ancak 1957’den sonra dış kredi alınmasının zorlaşması, ekonomik durumu olumsuz yönde etkilemiş ve yatırımlarda ciddi bir azalma görülmüştür.

 

DP. döneminde ulaşım sektöründe de gelişmeler yaşanmış, ancak bu dönemde Atatürk ve İnönü dönemlerinin aksine demiryollarına değil, karayolu yapımına öncelik verilmiştir.DP. döneminin eğitim politikası da CHP’den farklı olmuştur. Atatürk döneminde açılmış olan  Halkevlerinin 1951 yılında kapatılması ve İnönü döneminde kurulan Köy Enstitüleri’nin kapatılarak İlkokula dönüştürülmesi bu farklı politikanın en çarpıcı örnekleridir. Bununla birlikte bu dönemde ilk ve orta öğretimde okul, öğrenci ve öğretmen sayısında önemli artış yaşanmıştır. 1957’de O.D.T.Ü.,1958’de ise Erzurum Atatürk Ün. açılmıştır.

 

Olumlu ve olumsuz çeşitli gelişmeler karşısında DP. Yöneticilerinin iktidara yeterince hazırlıklı olmamaları ve CHP’nin muhalefet deneyimsizliği iki siyasî parti arasındaki ilişkileri gün geçtikçe gerginleştirmiş ve ülke kısa sürede kısır siyasî çekişmelere sürüklenmiştir. 1951’de Halkevlerinin devletleştirilmesi ve malvarlığının hazineye aktarılması, 1953’de CHP’nin tüm malvarlığının “Haksız kazanç” iddiasıyla hazineye geçirilmesi, 1954’de Köy Enstitüleri’nin kapatılması, basın üzerindeki baskıların artırılması iktidar-muhalefet ilişkilerini kopma noktasına getirmiştir.DP’nin “devr-i sabık” yaratma politikası, CHP’nin iyice hırçınlaşmasına yol açmıştır.

 

Bu ortamda yapılan 1954 seçimlerini yine DP kazanmıştır.CHP’nin bu seçimlerde meclisteki milletvekili sayısı 31’e düşmüştür. DP’nin gücünü artırmış olması, toplumun DP’nin uyguladığı politikayı desteklediği anlamına gelmekteydi. Bu nedenle DP, muhalefet üzerindeki baskısını, 1954’den sonra daha da  artırmıştır. Gazetecilere hapis ve para cezalarının verilmesiyle, CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’in bir gün göz altında tutulması ve daha sonra 6 ay hapis cezasına çarptırılması iktidar-muhalefet ilişkilerini iyice çıkmaza sürüklemiştir. 1954-57 arasında DP iktidarın belki de en önemi olayı, 6 / 7 Eylül olaylarıdır. 6 Eylül 1955’de Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldığı yönünde çıkan haberler üzerine, galeyana gelen bir grup tarafından İstanbul’daki  Rumların ev ve işyerleri tahrip edilmiş, mezarlık ve kiliseleri yağmalanmıştır. Ordu birliklerinin müdahalesiyle bastırılan olaylar sonucunda, sıkıyönetim ilân edilmişse de, Türkiye’nin dış politikada aldığı yara kapatılamamıştır.

 

DP-CHP gerginliğinin artması yüzünden seçimler bir yıl önceye alınarak 1957’de yapılmış DP seçimleri kazanmışsa da,oylarında belirli bir düşüş yaşanmıştır. Bu yeni dönemde DP, ortaya çıkan ekonomik bunalım karşısında çaresiz kalmış ve IMF ile Dünya Bankası’nın dayatmalarına direnememiştir.1958’de Irak’ta bir askerî darbe ile ordunun yönetime el koyması Menderes iktidarını kuşkuya kapılmaya itmiş ve DP potansiyel bir tehlike olarak gördüğü CHP üzerindeki baskılarını artırmıştır. Bu kuşku 1958’de Vatan Cephesi’nin DP tarafından kurulmasına yol açmış, siyasal kamplaşma, dolayısıyla gerginlik iyice büyümüştür.DP iktidarının sonunu hazırlayan gelişme ise 1960’da kurulan Tahkikat Komisyonu’dur. Başta CHP olmak üzere meclis içi ve dışı tüm muhalefeti her türlü siyasî faaliyetten uzaklaştırmayı hedefleyen bu komisyon, sorunları çözemediği gibi, üniversite öğrencilerinin sokağa dökülmesine neden olmuştur. 28 Nisan 1960’da İstanbul Üniversitesi’nde bir öğrencinin öldüğü ve çok sayıda öğrencinin yaralandığı olaylar sonunda sıkıyönetim ilân edilmişse de, olaylar Ankara’ya sıçramıştır. 21 Mayıs’ta Ankara!da Harp Okulu öğrencilerinin yapmış olduğu yürüyüşle verilen mesajın, iktidar tarafından anlaşılamamasından kısa süre sonra, 27 Mayıs 1960’da gerçekleştirilen bir askerî darbe sonucu DP iktidarına son verilmiş, Celal Bayar ve Adnan Menderes görevlerinden ayrılmak zorunda kalmışlardır.

 

İnönü Dönemi Türk-Dış Politikası

 

a-)II.Dünya Savaşı Yılları

 

           Türkiye II. Dünya Savaşı’nda coğrafi konumu yüzünden revizyonist ve antirevizyonist devletlerin, kendisini yanlarında savaşa sokmak amacıyla uyguladıkları yoğun baskılarla karşı karşıya  kalmıştır. Türkiye’nin savaşan tarafların baskıları karşısındaki politikası, tarafsız kalmaktır.

 

               1-)Sovyet-Alman İttifakı Döneminde Türkiye:

 

Türkiye,İngiltere ve Fransa ile 1939’da Üçlü İttifakı imzaladığı sırada, II. Dünya Savaşı başlamıştı. Bu arada Almanlara yenilen Polonya, Almanya ile S.Rusya arasında paylaşılmış, Sovyetler Baltık Devletlerinde üstler edinmişti Türkiye antirevizyonist devletlere sempatik bakmakla birlikte bu savaşta yer almamak niyetindeydi.Ancak 1940 Mayıs’ında Almanya’nın Fransa’ya saldırması, İtalya’nın da Almanya’nın yanında yer almasıyla savaş Akdeniz’e de yayılmıştır. Bu durumda İngiltere ve Fransa, Üçlü İttifak gereği Türkiye’nin de savaşa katılmasını istemişlerdir. Ancak S.Birliği’nden duyduğu endişe yüzünden Türkiye müttefiklerin bu isteğini yerine getirmemiş, bu arada Fransa Almanya tarafından saf dışı edilmiş, yalnız kalan İngiltere’de bu istekte fazla ısrarcı olmamıştır.

    Ekim 1940’da İtalya’nın Yunanistan’a saldırması, 1941’den itibaren Almanya’nın Balkanlara inmesi Türkiye ile birlikte İngiltere ve Sovyetleri de telaşlandırmıştır. Bu durum Almanya ile Sovyetler arasında gittikçe artan bir nüfuz çatışmasına yol açmış ve bu gelişme Türk-Sovyet ilişkilerinin düzelmesine neden olmuştur.Bu dönemde İngiltere tekrar Türkiye’yi savaşa girme konusunda zorlamaya başlamıştır. Ancak Türkiye yeteri hazırlığı olmadığı gerekçesiyle bu talebi de reddetmiştir.Bu arada Almanya ile Sovyetlerin arası iyice bozulmuştur.

 

    2-Alman-Sovyet Savaşı ve Türkiye:

 

    1940 yılı Aralık ayında Alman Başbakanı Hitler, Sovyet Rusya’ya savaş açmaya karar vermiştir. Almanya ile ilişkileri bozuldukça Türkiye’ye yaklaşan Sovyetler, bu gelişme üzerine bir bildiri yayınlayarak,Türkiye ile 1925’de yaptıkları “Saldırmazlık Antlaşması”nın yürürlükte olduğunu ilân etmişlerdir Böylece Türkiye üzerindeki Sovyet tehdidi büyük ölçüde kalkmıştır.Buna karşılık Türkiye bu sefer de Alman baskısı ile karşı karşıya kalmıştır.Almanya’nın, S. Rusya’ya saldırmasıyla Türkiye büyük  ölçüde rahatlamıştır.Ancak bu sefer de Türkiye, I. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, İngiltere’nin boğazlar üzerinde Rusya’ya taviz vermesinden korkmuştur.S.Birliği ile İngiltere’nin Montrö Sözleşmesine saygılı olduklarını ilân eden ortak notasıyla, bu sıkıntıda halledilmiştir.

 

3-Antirevizyonistlerin Türkiye’yi Savaşa Sokma Çabaları:

 

    ABD’nin, Japonya’nın Pearl Harbour baskını üzerine savaşa katılması sonucu, İngiliz-ABD-Sovyet işbirliği süreci başlamış ve savaşın bu devresinde başta İngiltere olmak üzere, müttefikler Türkiye’ye savaşa girme konusunda yeniden baskı yapmaya başlamışlardır. Müttefikler özellikle K.Afrika’da yenilen Almanya’yı, Balkanlardan atmak için, Avrupa ve Balkanlarda Almanya’ya karşı girişecekleri savaşlarda, Türkiye’nin de yer alması görüşündedirler.Müttefiklerin bu kararı 1943’de Adana’ya gelen Churchill tarafından Cumhurbaşkanı İnönü’ye iletilmiştir.Almanların Stalingrad’da durdurulmasıyla Sovyetlerin tavrı değişmiştir.

 

4-Yalta Konferansı ve Türkiye’nin Savaşa Girmesi:

 

    4-11 Şubat 1945’de yapılan Yalta Konferansı’nda, San Franssısco’da toplanacak olan Birleşmiş Milletler Konferansı’na kurucu üye olarak katılacak devletlerin, 1 Mart 1945’den önce revizyonist devletlere savaş açmış olmaları şartını kabul etmiştir.Bunun üzerine Türkiye 23 Şubat 1945’de Almanya ve Japonya’ya savaş ilan ederek, Yalta  Konferansı’nın kararlarına uyan bir devlet olarak Birleşmiş Milletlerin kurucu üyeleri arasında yer alma hakkını kazanmıştır. 10 Ağustos 1945 de Japonya’nın teslim olması ile II. D.Savaşı sona ermiştir.

 

    II. Dünya Savaşı’ndan Sonra Türk Dış Politikası

 

    II.Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle uluslararası sistem ciddi bir yapısal değişime uğramıştır. Uluslararası sistemdeki bu köklü değişiklik ülkelerin dış politikalarına yansırken, Türkiye’nin dış ilişkilerinin yeniden düzenlenmesinde etkili olmuştur.Nitekim II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin dış politikasına egemen olan ve ona yön veren esas unsur, savaş sonrası Avrupa dengesinde meydana gelen boşluklardan yararlanan Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerindeki istekleridir.

 

A-) Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den İstedikleri

              

               II.Dünya Savaşı yıllarında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye yönelik politikası cephe durumlarına göre değişiklikler göstermiş, savaş sonunda gerçek niteliğini kazanmıştır.Sovyet Hükümeti 1945’de, 17 Aralık 1925 tarihli “Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması”nı günün şartlarına ve II. Dünya Savaşı sonunda ortaya çıkan duruma uymadığı gerekçesiyle feshetmiştir.Türkiye iki ülke arasında dostluk ve iyi ilişkilerin devamı için yeni bir antlaşma yapılabileceğini Sovyetlere bildirmişse de, çok geçmeden Sovyetlerle, Türkiye’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünden bazı tavizler vermeden anlaşılamayacağı ortaya çıkmıştır. Çünkü Rus yetkili Molotov, Türkiye’nin Sovyet büyükelçisine 7 Haziran 1945’de, iki  ülke arasında yeni bir antlaşma yapılabilmesi için,Boğazların Türkiye ile birlikte savunulması, bunu sağlamak için Sovyetlerle boğazlarda deniz ve kara üstleri verilmesi,Kars ve Ardahan’ın Sovyetlere iade edilmesi gerektiğini bildirmiştir. Türkiye’nin kabul edilmesi mümkün olmayan bu istekleri reddetmesi üzerine, 1945 Haziran’ından itibaren Sovyetler tarafından Türkiye’ye siyasî baskı uygulanmaya başlanmıştır.

 

    ABD ve İngiltere’nin, Sovyetler Birliği ile savaş sonunda işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla yaptıkları Postdam Konferansı’nda görüşülen en önemli meselelerden biri Türk boğazlarının durumu olmuştur. Konferansta Sovyetler, Boğazlar meselesinin sadece Türkiye ile kendisini ilgilendiren bir mesele olduğunu belirterek,boğazlarda askerî üstler istemiştir. Sovyetler Postdam Konferansı’ndan bir yıl sonra 8 Ağustos 1946’da, Boğazlar ile ilgili görüşlerini içeren bir notayı Türkiye’ye vermiştir. Sovyetler bu notada; II.Dünya Savaşı sırasında meydana gelen olayların, Montrö Sözleşmesi’nin Karadeniz devletlerinin güvenliğini sağlamakta yetersiz kaldığını ileri sürerek, Boğazlardan geçiş rejimini düzenleme yetkisinin, Türkiye ile Karadeniz devletlerine ait olmasını, boğazların Türkiye ile S.Birliği tarafından ortaklaşa savunulmasını istemiştir. Sovyetlerin bu notası üzerine ABD ve İngiltere ile durumu görüşen Türkiye, bu istekleri reddetmiştir.Sovyetler bu isteklerini Türkiye’ye kabul ettirmek için siyasî baskı yapmaya devam etmiş,24 Eylül 1946’da ikinci bir nota vermiştir.Bu baskılar karşısında Türkiye, İngiltere ve ABD’nin desteğini sağlamak amacıyla faaliyetlerini artırmıştır.

 

a-)ABD’nin Türkiye’yi Desteklemesi                                                                                                              

                

Türkiye,Sovyet tehlikesine karşı bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü koruyabilmek amacıyla, 1939’dan itibaren gerek ittifak içinde bulunduğu İngiltere’nin,gerekse II.Dünya Savaşı sonunda süper güç olarak ortaya çıkan ABD’nin desteğini aramıştır.Fakat bir taraftan Türkiye’nin II.Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmış olması, diğer taraftan da Türkiye’de tepki uyandıran Sovyet davranışlarının ABD ve İngiltere tarafından aynı tepkiyle karşılanmaması yüzünden Türkiye başlangıçta istediği desteği elde edememiştir.Ancak 1945-46 yıllarında cereyan eden olaylar,İngiltere ve ABD’ni politikasını değiştirmeye yöneltmiştir.

 

    II.Dünya Savaşı’ndan itibaren Türkiye  ve Yunanistan’a askerî yardıma devam eden İngiltere, 21 Şubat 1947’de ABD’ne verdiği bir muhtıra ile, artık bu ülkelere yardıma devam edemeyeceğini, fakat batı dünyasının savunması bakımından bu ülkelerin bağımsızlığının önemli olduğunu, bu sebeple ABD’nin askerî ve ekonomik yardımının şart olduğunu bildirmiştir.İngiltere’nin bu muhtırası, O’nun özellikle Ortadoğu’daki yerini ABD’ye terketmek zorunda kaldığını göstermektedir.Bu sebeple İngiliz muhtırasını alan ABD yönetimi, Sovyet yayılmacılığını durdurmak üzere harekete geçmeye karar vermiştir

 

    Sonuçta ABD Başkanı Truman, Kongrede 12 Mart 1947’de daha sonraları “Truman Doktrini” adını alan mesajını okumuş ve Kongreden hükümete Türkiye ve Yunanistan’a askerî yardım yapılması konusunda yetki verilmesini istemiştir.Buna dayanarak hazırlanan “Yunanistan ve Türkiye’ye Yardım Kanunu” 22 Mayıs 1947’de yürürlüğe girmiştir.12 Temmuz 1947’de Türk-Amerikan ikili antlaşmasının imzalanmasının ardından ABD,Türkiye’ye askerî yardım yapmaya başlamıştır.Truman Doktrini,Sovyet baskısı karşısında devamlı ABD’nin desteğini arayan Türkiye’de büyük memnuniyet yaratmıştır.Ancak daha sonraki yıllarda ikili anlaşma ile getirilen sınırlamalar Türkiye açısından bir takım sıkıntılar doğurmuştur.

 

    Truman Doktrini, II.Dünya Savaşı’nın geçiş devresini sona erdirmiş, dünyanın iki bloğa ayrıldığını ve Sovyet-ABD mücadelesinin, yani soğuk savaş döneminin başladığını ilân etmiştir.

 

    Askerî yardım amaçlı Truman Doktrini’nden sonra Türkiye ile ABD arasında 4 Temmuz 1948’de ekonomik işbirliği antlaşması imzalanmıştır.Antlaşmadan sonra Marshall Plânı çerçevesinde 1949-1951  yılları arasında ABD,Türkiye’ye ekonomik yardım yapmıştır.Türkiye bu yardımlarla birlikte artık batı yanlısı bir politika takip etmeye başlamıştır.

 

b-)  NATO’nun  Kuruluşu

 

II.Dünya Savaşı’nda  Avrupa’nın yıkılmış olması, Sovyetlere karşı bir denge unsuru olan ABD’nin Avrupa’dan çekilmesi,kuvvetler dengesinin Sovyetler Birliği lehine bozulmasına yol açmış ve Sovyetler Avrupa’nın en güçlü devleti haline gelmiştir.Sovyetler, Almanya ve Japonya’nın yenilmesi ile doğusunda ve batısında meydana gelen boşlukta yayılma politikası  uygulamıştır. Sovyetlerin bu yayılmacı politikasına karşın ABD,Truman Doktrini ve Marshall Plânını uygulamaya başlamış, bunun üzerine faaliyetlerini artıran Sovyetler Birliği 5 Ekim 1947’de diğer peyk ülkelerle birlikte “Kominform”’u kurmuştur.Böylece Doğu Bloku’nun resmen ortaya çıkmasıyla, dünya iki bloğa ayrılmıştır.

    Avrupa ülkelerinin güvenliğini sağlayacak herhangi bir ittifak veya teşkilat mevcut değildir.Avrupa’da birleşme yönünde ilk adım,İngiltere ve Fransa arasında imzalanan Dunkerk Antlaşması ile atılmıştır.Prag darbesi Avrupalıları telaşlandırarak, 1948’de Brüksel Paktını imzalamalarına yol açmıştır.Ancak ABD bu ittifaka dahil olmadığından, Batı Avrupa ülkelerinin savunma amacıyla oluşturdukları bu pakt, Sovyetlere karşı bir denge unsuru olmaktan uzak kalmıştır.Bu yüzden de Batı Avrupa ülkeleri ABD’ni ittifaka dahil edebilmek için faaliyetlerini yoğunlaştırmışlardır. Sonuçta ABD.Kongresinde kabul edilen Vanderberg kararı ile ABD 1823’ten beri uyguladığı Montrö Doktrinini terkederek, dış politikasında önemli değişiklikler yapmıştır. ABD’nin dış politikasında yaptığı bu değişikliklerden sonra, Brüksel Paktı sonucunda kurulan Batı Avrupa Birliğine, ABD ve Kanada da dahil olmuş, böylece 12 ülke arasında kısa adı NATO olan ( North Atlantic Treaty Organization ) Kuzey Atlantik İttifakı kurulmuştur.(4 Nisan 1949)

 

c-)Türkiye’nin NATO’ya Girmesi   

 

Türkiye’nin NATO’ya girme fikri,II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan Batı Bloku’na bağlanma çabalarının sonucudur.Aslında savaştan sonra Türkiye’nin Batılılara yaklaşma politikasını bir yandan ülkenin ekonomik kalkınması,özellikle silahlı kuvvetlerin modernizasyonu için gereken kaynakların Batıdan kolayca sağlanabileceği, bir yandan da Atatürk tarafından başlatılan çağdaşlaşma hareketleri sonucu Türkiye’nin batılı bir ülke olabilme yolunda yaptığı tercihin doğal bir sonucu olarak görmek lazımdır.Türkiye’yi Batı’ya yönelten somut sebep ise,Sovyetlerin Türkiye’ye yönelik bir tehdit oluşturmaya başlamasıdır.

 

    Sovyet tehdidi yüzünden Türkiye NATO’ya daha kuruluş aşamasında dahil olmak girişiminde bulunmuş, ancak sonuç alamamıştır.8 Ağustos 1949’da Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğine alınması,Türk devlet adamlarını NATO’ya girme konusunda cesaretlendirmiş ve müracaatlarına haklı bir sebep hazırlamıştır.Ancak Türkiye’nin NATO’ya girme çabaları özellikle Avrupalı üyelerin itirazlarına yol açmıştır.Avrupalı ülkelerden farklı düşünen İngiltere ise Türkiye ve Yunanistan’ın, Avrupa Savunma Cephesi yerine oluşturulacak,Ortadoğu Savunma Planı içerisine alınması gerektiği düşüncesindedir.

 

    Bu arada 1950 seçimleri ile D.P. iktidara gelmiş,DP yönetimi dış politikada CHP’nin politikasına yakın bir politika izlerken,ekonomide batıya daha yakın bir ekonomik politika uygulamaya başlamıştır.Batı ile yakınlaşabilmek için,Türkiye’nin NATO’ya girmesini zorunlu gören DP yönetimi, bu sırada patlak veren Kore Savaşını fırsat bilerek, TBMM’nin onayını almadan 4500 kişilik bir Türk birliğini Kore’ye göndermiştir.Kore Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin NATO’ya alınması konusunda ABD’nin tavrı değişmeye başlamıştır. Çünkü Kore Savaşı II.Dünya Savaşı’ndan sonra artık çıkması beklenmeyen bölgesel savaşların hiç de ihtimal dışı olmadığını göstermiş ve NATO ülkelerini özellikle de ABD yönetimini Sovyetler karşısında daha etkili tedbirler almaya yöneltmiştir.Sonuçta Sovyetler Birliği’ne karşı set çekme ve çıkabilecek muhtemel bir savaşta askerî üstlere ihtiyaç duyulması sebebiyle ABD. Türkiye’nin NATO’ya alınmasını gerekli görmüştür.Dolayısıyla Türkiye’nin NATO’ya alınmasında,Kore’deki askerî başarısı,uluslararası sorunlarda Batılılarla birlikte hareket etmesi,modern olmamasına rağmen güçlü bir kara ordusuna sahip olması,jeopolitik konumu birinci derecede etkili olmuştur.

 

    TBMM.18 Şubat 1952’de Kuzey Atlantik Antlaşmasını onaylamış, böylece Türkiye resmen NATO’nun üyesi olmuştur.

 

    Türkiye NATO’ya girmekle, Sovyet tehdidine karşı Batı savunma sistemi içinde güvenliğini sağlamış,ABD’nin Türkiye’ye yönelik askerî ve ekonomik yardımlarına düzenli bir işlerlik kazandırılmıştır.Türk devlet adamları uzun yıllar Atlantik İttifakını,bir savunma ittifakı olmaktan öte bir dünya görüşü ve millî bir dış politika unsuru olarak değerlendirmişlerdir. Bu anlayışın sonucu olarak Türkiye,uluslararası sorunlarda Batı ülkeleriyle, özellikle de ABD ile ortak hareket etmeye başlamıştır.

 

    Soğuk Savaş Dönemi Türk-Dış Politikası

Bu dönemde Türkiye’yi yönetenler Atlantik Antlaşmasını millî bir politika, bir dünya görüşü olarak değerlendirdikleri için,Stalin’in ölümünden sonra Sovyetlerin politikasında görülen yumuşamayı bir taktik hareketi olarak yorumlamışlar ve Batı’ya bağlılığı Türkiye’nin millî çıkarlarının gereği olarak görerek, devam ettirmişlerdir.

 

    Türk-ABD yakınlaşması sonucunda,Türkiye’nin NATO’ya girmesinden sonra Türkiye ile ABD arasında birçok ikili antlaşma imzalanmıştır.Bunların bir bölümü TBMM’nin onayından geçirilmeyen gizli antlaşmalardır.Bu antlaşmalardan 1954’de imzalanan “Askerî Kolaylıklar Antlaşması” ile,Türkiye’de bir Amerikan stratejik hava üssü (İncirlik) kurulmasına,ABD uçaklarının belli başlı Türk hava alanlarından, Amerikan gemilerinin de belli başlı Türk limanlarından yararlanmalarına izin verilmiş,çeşitli tesisler kurulması için de ABD’ne Türkiye’de arazi tahsis edilmiştir.1958 yılında imzalanan ikili antlaşma ile Türkiye’de bir füze üssü kurulmuş,ancak bu füze üssü,1962 Küba bunalımı sonucunda ABD ile Sovyetler arasında yapılan pazarlığa bağlı olarak kaldırılmıştır.1959’da imzalanan bir başka antlaşma ile de Türk-ABD ilişkileri Eisenhower Doktrini temelinde en üst düzeye çıkarılmıştır.Bu doktrin özetle; ABD’nin dolaylı ya da dolaysız bir şekilde komünizm saldırısına hedef olacak Ortadoğu ülkelerine gerekirse silahlı kuvvetlerini de kullanarak yardım etmesini öngörmektedir. Eisenhower Doktrini çerçevesinde ABD’nin Lübnan iç savaşına askerî müdahalede bulunması, Türkiye’de muhalefet tarafından eleştiri konusu olmuştur.

 

    Türkiye’nin Batı ittifakı içinde tek yönlü politika uygulaması,olumsuz sonuçlarını 1950’lerde uluslararası ilişkilerde göstermeye başlamıştır.Bu bağlamda Türkiye, Ortadoğu’daki gelişmeler ile dünyadaki bağımsızlık ve bağlantısızlar hareketine,Batı ile ilişkilerinin perspektifinden bakmaya başlamış,S.Birliği ve müttefikleriyle ilişkiler en alt seviyede tutulmuştur.

 

    Truman Doktrini çerçevesinde ABD yardımı alan Türkiye,Filistin konusunda batı yanlısı bir politika takip ederek,İsrail Devletini tanımış,bu durum Türk-Arap ilişkilerinde olumsuz etki yapmıştır.Türkiye NATO’ya girdikten sonra, ABD ve İngiltere’nin isteği üzerine 24 Şubat 1955’de Ortadoğu’da bir savunma ittifakı kurmuş,kısa adı CENTO olan bu pakt (Türkiye-İran-Irak-İngiltere-Pakistan) Türkiye’nin Arap dünyası ile  ilişkilerini iyice bozmuştur. Gelişmeler S.Birliğini Ortadoğu’da daha aktif hale getirirken, Türkiye’yi de daha fazla batıya kaydırmıştır.

 

    Türkiye, ABD’nin teşviki ile Balkanlar’da da bazı diplomatik faaliyetlere girişmiş,1954’de, 1960yılına kadar sürecek olan Balkan Paktı’nın kurulmasını sağlamıştır.

 

    II.Dünya Savaşından sonra dünyada meydana gelen önemli gelişmelerden biri de, kolonizasyon hareketleri sonucunda Asya ve Afrika’da yeni bağımsız devletlerin kurulmasıdır.Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın kendilerine verdiği imkanlardan yararlanarak bağımsızlığını kazanmaya çalışan Asya ve Afrika’daki sömürge durumundaki devletlerin bağımsızlıklarını elde etme çabaları karşısında Türkiye, NATO antlaşmasına çok önem vermiş ve Birleşmiş Milletlerde bu konuda yapılan oylamalarda Batılı müttefikleriyle aynı çizgide hareket etmeye özen göstermiştir.Aynı şekilde Türkiye, yeni bağımsızlığına kavuşan Asya ve Afrikalı devletlerin başlattığı bağlantısızlar veya üçüncü dünya hareketine de tavır almıştır.

 

    27 Mayıs 1960 hareketinden sonra da, Türk dış politikasında eskiye göre önemli bir değişiklik yaşanmamıştır.1960’lı yılların ortalarına gelindiğinde uluslararası sistemde, üçüncü dünya ülkelerinin ortaya çıkmasıyla, iki kutupluluktan çok merkezli bir sisteme ve soğuk savaş döneminden,yumuşama dönemine geçiş başlamıştır.Bu uluslararası konjonktür içinde,Türk dış politikasında Kıbrıs sorunu ön plana çıkmıştır.

 

                           KIBRIS  SORUNU

 

    Tarihinin hiçbir döneminde Yunan idaresinde olmayan Kıbrıs’ta sorunun en basit tanımı Yunanistan ve Kıbrıs  Rumlarının adayı Yunanistan’a bağlama çabaları ve Kıbrıs Türklerinin buna karşı çıkmalarıdır.Rumca “ENOSİS” sözcüğü ile tanımlanan bu çabaların kökeni, 19.yüzyılın başlarında ortaya çıkan Yunan milliyetçiliğine ve bunun sonucunda beliren yayılmacı “Megali  İdea”politikasına dayanmaktadır

 

    1571-1878 yılları arasında Türk yönetiminde kalan Kıbrıs,bu tarihte geçici kaydıyla İngiltere’ye devredilmiştir.Ancak İngiltere 1914 yılında adayı fiilen ilhak ettiğini açıklamış,bu fiili durum Lozan Antlaşması ile hukukileşmiştir.1947 Paris Antlaşması ile İtalya’nın Osmanlı Devleti’nden işgal etmiş olduğu 12 adanın, Yunanistan’a verilmesi, Yunanistan’ı cesaretlendirmiş,Rum-Yunan ikilisi Kıbrıs’ı da ilhak için faaliyetlerini artırmıştır.Rum-Yunan ikilisinin adada önce İngiliz yönetimine,daha sonra da Türklere yönelttikleri terörist eylemlerin Türk basını ve kamuoyu tarafından yakından takip edilmesine rağmen,Türk hükümeti 1955 yılına kadar Kıbrıs konusu ile ilgilenmemiş,hatta 1 Nisan 1954’de Türk Dışişleri Bakanı verdiği bir demeçte, “İngiltere’ye ait olan Kıbrıs’ın statüsünde bir değişikliğe razı olmadıklarını,bu sebeple Türkiye’nin Kıbrıs meselesi diye bir sorununun mevcut olmadığını” açıklamıştır.Ancak bir taraftan Kıbrıs Meselesinin kısa zamanda Türk kamuoyuna mâlolarak, Türkiye için millî bir dava haline gelmesi, diğer taraftan Kıbrıs’tan çekilme niyetinde olan İngiltere’nin Yunanistan’ı dengelemek için 29 Ağustos 1955’de Londra Konferansına Türkiye’yi de davet etmesi,Türkiye’yi Kıbrıs sorununa dahil olmak mecburiyetinde bırakmıştır.Kıbrıs meselesi bu tarihten itibaren Türk-dış politikasının ana konularından biri haline gelmiştir.Başlangıçta Kıbrıs’ta statünün devamını isteyen Türkiye,1957 yılından itibaren Kıbrıs’ta taksimi savunmaya başlamış,ancak 1959 yılında Kıbrıs’ta bağımsız bir cumhuriyetin kurulmasına razı olmuştur.

 

    1958 yılında Kıbrıs’ta Rum tedhişçiliğinin şiddetlenmesi dolayısıyla Türk-Yunan ve Yunan-İngiliz ilişkileri gerginleşmiştir.Bu sebeple ABD ve NATO’nun arabuluculuk ve baskıları ile üç devlet müzakerelere girişmişler,1959 Zurich ve Londra Antlaşmaları ile Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulmasına karar verilmiştir. Bu antlaşma Kıbrıs’ta ENOSİS ve taksimi yasaklamakta, Türkiye-Yunanistan ve İngiltere’ye kurulacak anayasal düzeni korumak için garantörlük ve buna dayanarak tek başına adaya müdahale hakkı vermektedir.Bu esaslar çerçevesinde hazırlanan Kıbrıs anayasasının 16 Ağustos 1960’da yürürlüğe girmesi ile Kıbrıs Cumhuriyeti resmen kurulmuştur.Ancak Kıbrıs Rumları, Türkleri Kıbrıs yönetiminden atmak ve ENOSİS’ i gerçekleştirebilmek için mevcut anayasayı değiştirmek yoluna gitmişlerdir.Bu amaçlarını silah yoluyla gerçekleştirmek isteyen Rum yönetiminin saldırıları 1963 yılında bir soykırıma dönüşmüş, Türkler fiilen yönetimden dışlanmışlardır.Dolayısıyla 1960  yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti,aslında Makarios tarafından 1963 yılında fiilen yıkılmıştır.Bu tarihten itibaren Makarios yönetimi bir taraftan Rumları katlederken,bir taraftan da uyguladığı baskı ve ekonomik ambargo ile Kıbrıs’ı Türkler açısından yaşanmaz hale getirmiştir.

 

    Kıbrıs Rum yönetiminin Türklere yönelttikleri saldırıların 1964’ten itibaren tekrar artması üzerine Türkiye garantörlük hakkını kullanarak Kıbrıs’a müdahale etmek istemiş,ancak ABD Başkanı Johnson’un 5 Haziran 1964 tarihli ünlü mektubu ile müdahaleden vazgeçmek zorunda bırakılmıştır.Johnson mektubunda, “1947 tarihli yardım antlaşması gereğince Türkiye’ye ABD tarafından verilmiş silahların sınırlar dışında kullanılamayacağı, ABD’nin Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini meşru saymayacağı, böyle bir hareket sonucunda S. Birliği’nin Türkiye’ye saldırması durumunda NATO’nun Türkiye’ye yardım  etmeyeceği”belirtilmektedir.Türkiye’de şok etkisi yaratan bu mektuptan sonra, 18 Aralık 1965’de Kıbrıs’la ilgili olarak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan bir oylamada Türkiye’nin Garanti Antlaşması’ndan doğan müdahale hakkını kullanmasına  izin vermeyen bir karar kabul edilmiştir. Bu olay Türkiye’nin sadece Batı Bloku içinde değil,dünya üzerinde de yalnız kaldığını göstermektedir.

 

    Türkiye bu olaydan sonra bir taraftan Kıbrıs Türkleri’nin soykırımını önlemek, diğer taraftan da görüşmeler yoluyla soruna siyasal bir çözüm bulmak arayışını sürdürürken, 1968’den itibaren de Türk toplumu lideri Rauf Denktaş ile Rum toplumu lideri Makarios arasında görüşmeler başlamış, ancak herhangi bir sonuç elde edilememiştir.

 

    Yunanistan’ın 15 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs’ta darbe yaparak ENOSİS’i gerçekleştirmeye çalışması üzerine Türkiye garantörlük hakkını kullanarak 20-22 Temmuz ve 14-16 Ağustos 1974 tarihinde Kıbrıs’a askerî harekatta bulunmuştur.Bu askerî harekat sonucu Kıbrıs Türklerinin can ve mal güvenlikleri temin edilmiş, adada gerek Türkler, gerek Rumlar tarafından özlenen kalıcı barış ortamı sağlanmıştır. Bu barış ortamında Rumlarca, 11 yıl devletsiz bırakılan Kıbrıs Türkleri, 13 Şubat 1975’de Kıbrıs Türk Federe Devletini kurmuşlardır.Daha sonra Self Determinatıon hakkını  kullanan Kıbrıs Türkleri, 15 Kasım 1983’de K.K.T.C. yi kurmuşlardır. KKTC bağımsız bir devlet olarak kurulmasına rağmen, Federal Kıbrıs Cumhuriyeti’nden yana olduğunu açıklamış ve toplumlararası görüşmelere iyi niyetle katılmaya devam etmiştir.

 

    KKTC, Kıbrıs’ta varılacak olan nihai bir antlaşmada;

1-Türkiye’nin etkili ve fiili garantisinin devam etmesini

2-İki bölgeli, iki toplumlu, bağımsız ve bağlantısız federal cumhuriyetin kurulmasını

3-Merkezî hükümetin yetkilerinin sınırlı olmasını

4-Türklerin egemenlik ve siyasal eşitlik haklarının tanınmasını ısrarla istemiştir.

 

    Buna karşın Rum kesimi, Türklerin egemenlik ve siyasal eşitlik haklarını tanımamıştır.İşgalci olarak niteledikleri Türk askerinin adadan çekilmesini ve Türkiye’nin garantörlüğü yerine uluslararası bir garanti sisteminin oluşturulmasını istemiştir.Yani Kıbrıs Rum yönetiminin yine tek hedefi ENOSİS’in gerçekleştirilmesidir.Bu nedenle Kıbrıs’ta uygulanacak politika, hem KKTC’nin, hem de Türkiye’nin geleceği ve güvenliği dikkate alınarak,ENOSİS yolunu tamamen kapatacak ve Kıbrıs Türklerini Rumların siyasî ve ekonomik esaretine mahkum etmeyecek bir çözüm tarzı olarak,ya KKTC’nin tanınmasına, ya da Türkiye ile entegrasyonuna yönelik olmalıdır.

 

    ATATÜRK  İLKELERİ

 

a)  Atatürkçü Düşünce Sistemi- Atatürkçülük

 

Türk inkılâbı ve onu biçimlendiren ilkeler bir bütün oluştururlar.Bu bütün içinde bulunan ilkelerden yepyeni bir düşünce sistemi doğmuştur. Buna Atatürkçü Düşünce Sistemi denilmektedir.

 

Atatürkçülük  deyimi yeni kullanılmaya başlanmıştır. 1930’lu yıllarda bu kavram Kemalizm olarak ifade edilmektedir. Atatürkçülük, “Atatürk’ün T.C.’ni  kurmakta ve inkılâpları hazırlamakta gösterdiği temel prensiplerin bütünü olarak tanımlanabilir.Türk Hukuk Lügatı’nda ise Atatürkçülük,” İnönü’nün Türk Milletine hitap eden beyannamesinde ilan ettiği gibi cumhuriyetin milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve devrimci vasıfları olup, Atatürk’ün bize en kıymetli emanetidir. Atatürkçülük, “ Atatürk’ün açtığı devrim ve kalkınma yolu ve bu yolda yürümenin gerekliliğine inanış biçimi olarak da tanımlanmaktadır. Atatürkçülük, “ Atatürk’ten çıkan ve onunla gelişen fikirler ve olaylar bütünü olarak da ifade edilebilir.

 

    Atatürkçülük katı, donmuş dogmalara dayanmamaktadır.Akla, bilime, insan sevgisine önem vermektedir.

 

 

B-)Atatürkçü Düşünce Sisteminin Oluşmasında Rol Oynayan Etkenler

 

Atatürkçü Düşünce Sistemi, Atatürk’ün doğup yaşadığı ortamın içinde bulunduğu şartlarda olgunlaşmıştır.Atatürk’ün yaşadığı yüzyıl hem Osmanlı Devleti açısından, hem de dünya devletleri açısından önemli bir zaman dilimidir.Bu yüzyılda Avrupa ekonomik, bilimsel ve siyasî üstünlüğünü artırarak sürdürmüştür.Avrupa devletleri bir yandan sömürgecilik hareketini iyice geliştirmişler, bir yandan da ekonomik bakımdan güçsüz ülkeleri nüfuzları altına alma yoluna gitmişlerdir.Böylece emperyalizm doruk noktasına ulaşmıştır. 19.yüzyılda Avrupa’nın karşısında ezilmemek için güçlü olmaktan başka çare yoktur. Avrupa’nın dışında ise o günlerde güçlü devlet bulunmamaktadır.Ancak 19.yüzyılın sonlarına doğru ABD ve Japonya, Avrupa kıtasındaki devletlere ilave olarak emperyalist devletler kervanına katılmışlardır.Batılılar, bu iki yeni ortakları ile iyi geçinme yolunu seçmişlerdir.

 

    Öte yandan 18.yüzyıl Avrupa’da Fransız İhtilâli etkilerinin görülmeye başlandığı devirdir. Fransa’da ortaya çıkan eşitlik, özgürlük, milliyetçilik,millî egemenlik,lâiklik gibi değerlere sahip olabilme arayışı, Avrupa halkının yönetime karşı ayaklanmasına neden olmuştur.Bu mücadeleler sonucunda Avrupa’da çok milletli devletler yıkılmış, mutlakıyetler sona ermiş, krallar Avrupa’da halkı yönetime ortak etmek zorunda bırakılmışlardır Osmanlı Devleti ve Rusya dışında tek kişinin egemenliğine dayalı bir sistem kalmamıştır. Batı emperyalizm yoluyla kendinden olmayanları ezerken, kendi içinde özgürlüğe doğru hızla yol almıştır.Doğal olarak bu gelişmelerin batılı ülkelerin sisteminin dışında kalan ülkeleri etkilemesi kaçınılmazdır.

 

    İşte Atatürk, 19.yy. sonlarında böyle bir dünyaya gözlerini açmıştır. 19.yy. Osmanlı Devleti için bir reform çağıdır. Ancak bu reformlar istenilen sonucu verememiş, Osmanlı Devleti gerek ekonomik,gerekse siyasî açıdan iyice güçsüzleşmiş ve milliyetçilik anlayışının azınlıklar arasında hızla yayılması parçalanmayı hızlandırmıştır.Bu ortamda aydınlar, batının siyasî modelinin benimsenmesi ile Osmanlı Devleti’nin kurtarılabileceği düşüncesini ortaya atarak, I.Meşrutiyeti II.Abdülhamit’e kabul ettirmişlerdir. II.Abdülhamit 1876 tarihli Kanun-î Esasî ile ilk kez yetkisiz de olsa bir parlamentonun kurulmasına imkan sağlamıştır. Ancak bu anayasada siyasî özgürlüklere yer verilmediği gibi, padişahın yetkilerine hiç dokunulmamıştır. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı bahane edilerek sona erdirilen I .Meşrutiyetten sonra, Osmanlı Devleti’nde II. Abdülhamit’in 33 yıl süren baskı politikası başlamıştır.

 

II. Abdülhamit devletin parçalanmasına engel olabilmek için her türlü siyasî tedbire müracaat etmiş, buna rağmen 1878’de biten savaş sonunda Balkanların büyük bir bölümü elden çıkmıştır. Osmanlı Devletine Arnavutluk, Makedonya’nın büyük bir bölümü ile Batı ve Doğu Trakya kalmış; Doğu Anadolu’da Kars, Ardahan, Batum Rusya’ya bırakılmıştır. Genç Balkan Devletlerinin gözü Osmanlı Devleti’nin elinde kalan Makedonya’dadır. Balkanlar’daki ve Doğu Anadolu’daki bu huzursuzluğa, Rusların kışkırtmaları üzerine harekete geçen Ermenilerin isyanları eklenmiştir.Ayrıca İngilizler hiçbir sebep göstermeksizin M. Kemal’in doğduğu yıl Mısır’ı işgal etmişlerdir.

 

Bu parçalanma sürecinden kurtulabilmek için II. Abdülhamit bir İslâm birliği oluşturma düşüncesine kapılmıştır. Bu düşünce ile imparatorluk içindeki bütün Müslüman Türklerin ve Arapların kaynaşması ve diğer Müslüman ülkelerin desteği alınarak yeni bir kurtuluş ümidi yaratılması hesaplanmıştır. Fakat bu düşüncenin hayata geçirilmesi zordur. Çünkü hem Araplar arasında milliyetçilik şuuru oluşmaya başlamış, hem de diğer Müslüman ülkelerin desteğinin alınması mümkün olamamıştır. Osmanlı Devleti dışında o dönemde başka bağımsız ülke olmadığı için, II. Abdülhamit’in İslâmcılık politikası da başarılı olamamıştır.

 

1854’den beri alınan ve düzensiz kullanılan dış borçlar ülkeyi perişan etmiş, alacaklı devletler alacaklarını tahsil edebilmek için Osmanlı maliyesine el koymuşlardır. 1881’de kurulan Düyûn-u Umumiye teşkilatı alacaklıların haklarını koruyarak, Osmanlı ekonomisine göz açtırmamıştır.

 

II. Abdülhamit eğitime çok önem vermiş, ancak bu tutumuyla kendisi ile çelişkiye düşmüştür.Çünkü bu okullardan yetişen aydınlar dünyayı tanıyacak, siyasal özgürlükleri- ne kadar önlenirse önlensin-türlü yollarla öğrenecek ve sonunda rejime karşı çıkacaklardır. Bu Osmanlı Devleti’nde de böyle olmuştur. II. Abdülhamit çok iyi eğitim alan genç kuşağa 1908’e kadar direnmiş, 1908’de ikinci kez meşrûtiyet yönetimini ilân etmek zorunda kalmıştır.

 

II. Abdülhamit döneminde yetişen genç kuşağın bir önemli şahsiyeti de M. Kemal’dir.M. Kemal’in doğduğu şehir olan Selânik, Makedonya olayları nedeniyle hareketli bir hayata sahiptir. Bu şehirde yaşayan Türklerin yapabilecekleri yegane iş devlet hizmetine girmektir. Ekonomik faaliyetlerin hemen hepsi, Müslüman olmayan vatandaşların kontrolündedir. Bir ordu şehri olan Selânik’te M. Kemal’e askerlik mesleği ilgi çekici gelmiştir.İyi bir askerî eğitim alan, Fransızcasını iyi geliştiren ve okumayı çok seven M. Kemal, Osmanlıcılık ve İslâmcılık akımlarına karşı bir tepki olarak ortaya çıkan Türkcülük akımı ile ilgilenmiş ve bu akımı tanımaya çalışmıştır Kurmay Subay olarak Harp Akademisi’nden mezun olduktan sonra 1910 yılında  Fransa’ya giden M. Kemal, kısa süreli de olsa batıyı görme şansını yakalamıştır. 1911’de Libya’ya giden M. Kemal, Trablusgarp Savaşı’nda yöre halkını İtalyanlara karşı örgütlemiştir. Balkan Savaşı sırasında ise Sofya’da “ Askeri Ateşe” olarak görev yapmıştır. I. Dünya Savaşı yıllarında artık . Kemal askerlik mesleğinin zirvesindedir. Osmanlı Devleti’nin Almanya’nın yanında I. Dünya Savaşına katılmasını vahim bir hata olarak değerlendirmesine rağmen, hizmet verdiği her cephede üstün başarılar kazanıştır. Ancak I. Dünya Savaşı sonunda uğranılan ağır yenilgi, O’nda her şeye yeniden başlanması lazım geldiği, illet iradesine dayalı yeni bir Türk Devleti kurulmasının kaçınılmaz olduğu fikrini kuvvetlendirmiştir.

 

İşte Atatürkçü Düşünce Sistemi, Atatürk’ün yaşadığı dönemdeki olayları akıl yoluyla değerlendirmesi, tarih bilinci ile yorumlaması suretiyle oluşmuştur.

 

-Atatürkçülükte  Devletin Yeri ve Önemi-

 

İnsan topluluklarının belirli bir düzen içinde yaşayabilmeleri, gelişebilmeleri için mutlaka devlet kurmaları gerekmektedir.Bir başka ifade ile insanca yaşayabilmek, ancak bir devlet düzeni içinde mümkündür. Çok uzunca bir süre devletin başlıca üç temel görevinin olduğu kabul edilmekte idi.Bunlar;

a)      Ülkeyi dışarıya karşı korumak.

b)      İçeride huzur ve sükunu sağlamak.

c)      Bağlı bulunulan din kurallarına uymayı sürdürmek.

 

İlkçağdan, Yeniçağın başlarına kadar devletin bu üç temel görevden başka görevleri yok gibiydi. Bu hem batı, hem de doğudaki devletler için geçerliydi.Bu anlayış modern devlet anlayışının oluşmasıyla birlikte hızla değişmiştir. Artık modern devlet, kendisine can veren vatandaşlarının her türlü sorununu çözmek, dertlerine çare bulmak, kısacası insanların mutluluğunu ve gelişmesini sağlamakla yükümlüdür.

 

-Devletin Oluşumunda Rol Oynayan Unsurlar-

 

a)      Ülke adı verilen, sınırları belirli toprak parçası

b)      Bu toprak üzerinde yaşayan insan topluluğu

c)      Bu topluluğun oluşturduğu bir siyasî teşkilât

d)      Bu teşkilâtın içinde ortaya çıkan üstün bir buyurma gücü

 

M. Kemal’e göre Devlet ; Belirli bir bölgede yerleşmiş ve kendine özgü bir güce sahip olan insanların oluşturduğu bir varlıktır. Yine M. Kemal’e göre, bir devletin dayandığı en önemli unsur “tam bağımsızlık” ve “ milî irade”’dir.

 

Devlet şekilleri, egemenliğin kullanılış biçimine göre belirlenmiştir. Buna göre Devlet şekilleri:

a)            Monarşi (Hükümdarlık)= Hakimiyetin kral,imparator,hükümdar,prens vb. isimler alabilen tek bir şahsa ait olduğu devlet şeklidir.Bu yönetimde tek karar mercii hükümdardır.

b)           Meşrutiyet= Bir hükümdarın bir parlamento ile birlikte ülkeyi yönettiği devlet şeklidir.

c)            Oligarşi= Bu sistemde egemenlik birkaç kişinin, birkaç ailenin veya bir sınıf halkın elindedir. Oligarşinin bir şekli olan Aristokraside, egemenlik asillerin elindedir.

d)           Demokrasi= Hakimiyetin halka ait olduğu hükümet şeklidir.Demokrasinin en gelişmiş şekli Cumhuriyettir.

 

-                                      Devletin Vatandaşa Karşı Görevleri –

 

a)            Ülke içinde asayişi, adaleti sağlamak ve deva ettirmek, vatandaşların her türlü hürriyetlerini korumak.

b)           Dış ülkelerle münasebetleri yürütmek, ülkeyi dış tehditlere karşı koruak.

c)            Eğitim hizmeti vermek

d)           Ulaşım hizmeti vermek.

e)            Sağlık hizmetleri sunmak.

f)             Sosyal güvenliği sağlamak.

g)            Tarım, sanat, ticaret,ekonomik faaliyetlerle uğraşmak.

 

-                                      Vatandaşın Devlete Karşı Görevleri-

 

a)      Seçme hakkını kullanmak.

b)      Vergi vermek.

c)      Askerlik yapmak.( Erkekler için)

 

-Atatürkçülükte Devletin Başarısı İçin Öngörülen Temel Esaslar-

 

Atatürkçülükte devletin güçlü ve sürekli olması için,devletin üç temel esas üzerine oturtulmuş olması gereklidir. Bunlardan ikisi “ Tam bağımsızlık” ve “ Millî Egemenlik”’tir. Bu iki temel sağlam olursa, devletin güçlü olması için ilk ve en önemli şartlar yerine getirilmiştir,denilebilir.Bununla birlikte dikkate alınması gereken bir diğer unsur da “ Millî Birlik”’tir.

 

Bu üç temel esas üzerine kurulmuş olan bir devlette, yönetimin başarılı olabilmesi için gerekli olan esasları, Atatürk şu şekilde açıklamaktadır. Öncelikle hükümet, yani yönetimi bütünüyle elinde bulunduran güç rahat çalışabilmelidir.Bir demokraside en ideal olanı hükümetin parlamento içinde sağlam bir çoğunluğa dayanmasıdır. Meclis çoğunluğunu arkasında taşıyan ve devletin yürütme gücünün başında olan hükümetin, devletin amaçlarını gerçekleştirme doğrultusunda çalışması kolaylaşacaktır.

 

    Atatürk’e göre hükümetin iki hedefi vardır. Birincisi milletin korunması, ikincisi ise milletin refahının sağlanmasıdır. Bu iki hedefe ulaşmayı başaran hükümetler halkın gözünde iyi, başaramayanlar ise kötüdür. Yine M. Kemal’e göre hükümetler hedeflerine ulaşırken gerçekçi olmak ve halka asılsız vaatlerde bulunmamak zorundadırlar.

 

Başarılı bir yönetim için Atatürk, halka da görev ve sorumluluklar yüklemektedir. Halk seçimini ciddi ve bilinçli bir şekilde yapmalı, yönetimin yaptıklarını izlemeli ve denetlemelidir.       

                                                                                     

                        Türk Devleti’nin Ana Nitelikleri

        

        Türk Devleti’nin nitelikleri,Atatürk’ün devlet anlayışına hakim olan üç temel ilkeden(milli devlet,tam bağımsızlık,milli egemenlik) ve Atatürk’ün bütün inkılâplarına yön vermiş olan çağdaşlaşma hedefinden kaynaklanmaktadır.Bu nitelikler önce dönemin tek partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın program ilkeleri olarak benimsenmiş, 5 Şubat 1937 tarihli anayasa değişikliği ile de Türk Devleti’nin temel nitelikleri haline getirilmiştir Cumhuriyetçilik,Milliyetçilik,Halkçılık,Laiklik,Devletçilik ve İnkılâpçılık olarak isimlendirilen bu altı ilke birbirinden bağımsız ve birbiriyle ilgisiz ilkeler değillerdir.Bu ilkelerin tümü “Atatürkçü Düşünce Sistemi” adı verilen tutarlı bir bütünü  oluşturmaktadırlar                                                                                                                        

 

A-Atatürk İlkeleri

 

    1-Cumhuriyetçilik

    Cumhuriyet kelimesi dilimize Arapça “Cumhur” kelimesinden gelmiştir. Cumhur; halk,ahali,büyük kalabalık anlamına gelmektedir. Cumhuriyet kelimesinin Fransızca karşılığı  “La Re’publique” , İngilizce karşılığı ise “The Republic” tir.Aslı Latince olan “Res Publica” kelimesinden türemiştir. Res Publica;kamuya ait şey, kamu malı anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Cumhuriyet,gerek Latince, gerekse Arapça kökeninde aynı kavramı ifade etmektedir.

     Cumhuriyet hem bir devlet şekli, hem de bir hükümet şekli olarak kabul edilmektedir. Devlet şekli olarak cumhuriyet, egemenliğin bir kişi veya zümreye değil, toplumun tümüne ait olduğu bir devleti ifade etmektedir. Devlet şekillerinin belirlenmesinde kriter egemenliğin kaynağı olduğuna göre, cumhuriyetin bu anlamda bir devlet şekli olduğunu söyleyebiliriz. Ancak cumhuriyeti aynı zamanda bir hükümet şekli olarak da kabul etmek mümkündür. Bu anlamda cumhuriyet, başta devlet başkanı olmak üzere, devletin başlıca temel organlarının seçim ilkesine göre kurulmuş olduğunu  ifade eder. Aslında devlet ve hükümet şekli olarak cumhuriyet kavramları birbiriyle yakından ilgilidir. Egemenliğin siyasi toplumun tümünde olduğu bir sistemde, devletin temel organlarının millet iradesinin ifadesi olan seçimlerle oluşması tabiidir. Aynı şekilde,devletin temel organlarının seçimle belirlendiği bir sistem, milli egemenlikten başka bir ilkeye  dayanamaz. Türkiye’de cumhuriyeti  ilan eden 29 Ekim 1923 tarihli “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun bazı maddelerinin değiştirilmesine dair kanun” ile Türkiye Devleti’nin şekl-i hükümeti cumhuriyettir denmek suretiyle,cumhuriyet bir hükümet şekli olarak vasıflandırılmıştır.1924 tarihli anayasa da ise “Türkiye Devleti Bir Cumhuriyet”tir denilerek,cumhuriyete daha doğru olarak bir devlet şekli niteliği verilmiştir.Cumhuriyet daha sonraki anayasalarımızda da bir devlet şekli olarak ifade edilmiş ve Cumhuriyet ilkesinin modern Türkiye bakımından taşıdığı büyük ve tarihi önem dolayısıyla, bu ilkenin bir anayasa değişikliği ile bile değiştirilemeyeceği,değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği hükme bağlanmıştır.

         Görüldüğü gibi cumhuriyetçilik ilkesi ,Atatürk’ün devlet anlayışının temellerinden birini oluşturduğunu gördüğümüz  milli egemenlik ilkesiyle çok sıkı bir ilişki içindedir ve onun tabii bir sonucudur.Milli egemenlikle ,cumhuriyet ilkesi arasındaki bu yakın ilişki göz önüne alındığında, Anadolu’da milli egemenliğe dayanan ve millet iradesinden kaynaklanan bir rejim kurulduğunda, aslında o, bir cumhuriyet niteliği taşımaktadır. Dolayısıyla TBMM. Hükümeti,  henüz adı konulmamış bir cumhuriyetten başka bir şey değildir.

          Bir devletin adının cumhuriyet olması ve başında da veraset yoluyla iktidara  gelmiş olmayan bir devlet başkanının bulunması,o devletin mutlaka milli egemenlik ilkesine dayanan demokratik bir rejime sahip olduğunu göstermez. kendisini cumhuriyet olarak vasıflandırdığı halde, gerçekte ne millet egemenliği ile, ne demokrasi ile hiç ilgisi olmayan devletlerin ,tarihte de, bugün de sayısız örnekleri vardır.Oysa Atatürk’ün Cumhuriyetçilik anlayışı, sadece hükümdarlığın reddi anlamına gelen cumhuriyetçilik değil,demokratik Cumhuriyetçiliktir.Atatürk’e göre,demokrasi prensibinin en modern ve mantıklı biçimde uygulanabilmesini sağlayan hükümet şekli,cumhuriyettir.

         Cumhuriyet ile Monarşi arasındaki temel farklılıklardan biri de,cumhuriyetin “vatandaşlık” ,monarşinin ise “uyrukluk(tabiiyet)”kavramlarına dayanmasıdır.Monarşilerde hükümdar kutsaldır ve kusursuzdur.Cumhuriyette ise bütün vatandaşlar kanunlar önünde eşittir ve devlet yönetimine eşit olarak katılma hakkına sahiptir.

         Cumhuriyetçilik ,cumhuriyeti devletin siyasi rejimi olarak benimseme ve onu fazilet rejimi olarak tanımlama ve değerlendirme demektir.En pratik tanımı itibariyle ise Cumhuriyetçilik, cumhuriyete sahip çıkmak ve onu korumak demektir.

Cumhuriyetçilik, fertlerin değil,milletin bütününün benimsediği bir ilkedir ve Türk Milletine aittir.Türkiye’de cumhuriyet ırk,dil,din,cinsiyet farkı gözetmeksizin bütün vatandaşların paylaştıkları ve yararlandıkları siyasi rejimin adıdır.Sonuç itibariyle cumhuriyet,en gelişmiş devlet şekli olarak,Türk inkılâbının sonucudur,başarısıdır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, anayasalarımızda  ifadesini bulduğu şekliyle demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olmak gibi değişmez niteliklere sahiptir. 

 

     2-Milliyetçilik

     Milliyetçilik,Atatürk ilkelerinin ve Türk İnkılâbının temel ilkelerinden biri olduğu kadar,Türk Milleti’nin kaderini tayin eden bir yüce ülkü ve milleti huzur ve refaha yönelten güçlü bir bağdır.Milliyetçilik genel olarak herkesin mensup olduğu milleti sevmesi ve onu yüceltmeye çalışmasıdır.Milliyetçilik,millet gerçeğinden hareket eden bir fikir akımıdır.

      a)Millet ve Milliyetçilik Kavramları

      Fransızca “Nation” kelimesinin karşılığı olarak aynı kökten,aynı soydan gelme anlamında kullanılan millet;her şeyden önce ortak bağları olan insan topluluğudur.İnsanların tarihin en eski çağlarından beri toplu halde yaşamalarına rağmen,bu toplulukların  millet karakterini alması  Yakınçağın ürünüdür.Yani toplumlar sosyal gelişim basamakları içinde aşiret teşkilatından, milli teşkilatlanma seviyesine ulaşarak millet haline gelmişlerdir.

      Milleti tanımlamak ve onu diğer insan topluluklarından ayırmak için  ortaya atılmış görüşleri  iki grupta toplamak mümkündür.Bu görüşlerden ilki Objektif millet anlayışıdır.Bu görüşe göre millet; aynı ırktan gelen,aynı dili konuşan  ve aynı dine inanan insanların oluşturduğu bir topluluktur.Objektif unsurlar tarihi bakımdan birçok milletin meydana gelmesinde çok önemli rol oynamışlardır.Fakat millet olgusunu  sadece bu faktörlere indirgemek, her milleti sadece objektif benzerliklerle açıklamak artık yetersiz kalmaktadır.Bu bakımdan milletin oluşmasında Subjektif veya kültürel unsurlar ağır basmaktadır.Gerçekten bir milletin oluşabilmesi için  onun her şeyden önce bir his olarak kalplerde yaşaması lazımdır. İşte bu gerçek bir çok düşünürü millet kriterini subjektif veya manevi unsurlarda aramaya yöneltmiştir.Subjektif millet anlayışını ilk defa en güçlü şekilde ortaya koyan ünlü Fransız düşünürü Ernest Renan’dır.Ernest Renan 1882’de milletin, fertleri arasındaki birlikte yaşama duygusuna,bir ortak kültüre,bir ruh birliğine dayandığını belirtmiştir.Gerçekten millet olabilmek için en gerekli olan şey,toplumun fertleri arasında sevgi ve saygı hislerini canlı tutan ,en gerekli anlarda karşılık beklemeksizin dayanışmayı sağlayan duygu ortaklığının mevcudiyeti olmalıdır.Bu ortak duygu ancak, ortak bir kültür hayatı yaşayan toplumlarda ortaya çıkabilir. O halde milli kültür, millet olmanın sosyal dokusunu meydana getirmektedir.Bir toplulukta fertler aynı kültür, aynı terbiye ve aynı duygularla birleşiyorsa, orada millet gerçeği vardır denilebilir.

      Şüphe yok ki,millet bir gönül birliği, bir ruh anlaşması ve bunun hukuki ifadesi olan birlikte yaşama arzu ve iradesidir.Bu birlik ve anlaşmanın doğması için elverişli bir zemin lazımdır.Bu zemin yukarıda belirtilen objektif faktörlerdir.Ancak subjektif veya kültürel faktörler bu zemin üstünde yükselebilir.Demek ki, bir milletin var olabilmesi için  objektif ve subjektif faktörlerin birbirini tamamlaması lazımdır.Ayrıca bir insan grubunun bir gönül birliği halini alarak bir millet meydana getirmesinde siyasi kuvvet ve teşkilatın da  önemli rolü vardır.

     Bütün bu bilgilerin ışığı altında millet;ne yalnız ırk ve yurt birliğinin, ne yalnız dil, tarih ve ülkü birliğinin, ne de siyasi,hukuki ve iktisadi birliğin ürünü olmayıp,yukarıda sayılan objektif ve subjektif unsurların bir araya gelmesiyle oluşan tarihi ve sosyal bir gerçektir.Bizde bu anlamda milleti ilk tarif eden Ziya Gökalp’dir.Gökalp’e göre, milleti meydana getiren temel faktör ırk,kavim ya da coğrafya değildir.Millet;Dilce, Dince, Ahlakça ve Güzellik Duygusu bakımından  müşterek olan ,yani aynı terbiyeyi almış fertlerden meydana gelmiş bir topluluktur.    

     b)Milliyetçilik

     Çağımızda milliyetçilik insanı bir gruba ve bir topluma bağlayan en kuvvetli bağdır.Her milletin milliyetçilik anlayışı değişik ve farklıdır. Çünkü milliyetçilik gelişmesini her ülkenin özelliğine ,her milletin kendine has karakterine göre şekillendirir. Bu sebeple dünyada ne kadar milliyetçilik akımı varsa, o kadar da milliyetçilik anlayışı vardır.Bu yüzden bütün milliyetçilik akımlarını içine alan açık ve belirli bir tanım yapmak güçtür. Bununla birlikte milliyetçiliği,kendilerini aynı milletin üyesi sayan kişilerin  duydukları ;bir arada ,aynı sınırlar içinde  bağımsız yaşama ve meydana getirdikleri toplumu yüceltme isteği olarak tanımlayabilmek mümkündür.

    c)Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Gelişmesi

    Türk Milliyetçiliği;İslâm ümmetçiliğinden çok milletli Osmanlıcılığa, oradan İslamcılığa ve nihayet Türk milliyetçiliği ve vatanperverliğine dönüşecek  şeklinde bir gelişme göstermiştir. Bu hareket Osmanlı Devleti’nin çeşitli din ve milliyetlerden meydana gelen kozmopolit yapısı içinde bir tepki ve kendini bulma akımı olarak doğmuş ve daha ziyade Türkçülük olarak adlandırılmıştır.

    Fransız İhtilali ile birlikte modern milliyetçilik anlayışının yayılması, çok milletli Osmanlı Devletini de etkilemiştir. Milliyetçilik anlayışı Osmanlı Devleti’nde önce gayr-ı müslimlerde, daha sonra da Türklerin dışındaki müslüman unsurlar arasında yayılmıştır. Türklerde milliyetçilik, gayr-ı müslümlerin bağımsızlıklarını kazanarak, Osmanlı Devleti’nden ayrılmalarına karşı bir tepki olarak doğmuştur.Balkan Savaşları Osmanlıcılık anlayışının dayandığı temelleri yıkmış, Türk milliyetçiliğinin hızla yükselmesini sağlamıştır.

    Türk milliyetçiliğinin uyanışındaki bu gecikmenin  milletimize ne kadar pahalıya mal olduğunu Atatürk şu sözlerle ifade etmektedir:”Biz milliyet fikirlerini uygulamakta çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz...Osmanlı İmparatorluğu’ndaki çok çeşitli toplumlar hep milli inançlara sarılarak, milliyetçilik idealinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar.Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık...Anladık ki ,suçumuz kendimizi unutmuş olduğumuzmuş”.

Milli Mücadele başlarında Türk milliyetçiliğini ve milli egemenlik ilkesini kendisine rehber edinen Atatürk, tüm insanları milli mücadele hareketi etrafında örgütleyerek, bağımsızlık mücadelesini başarıya ulaştırmıştır. Dolayısıyla bugünkü sınırlarımız içinde yaşayan milletimiz, bu kaynaşma temeline dayanmaktadır.Böylece milli mücadele hareketi, toplumumuzun ümmet halinden, millet haline geçişi sürecinde önemli bir rol oynamıştır.  

  

d)Atatürk’ün Millet ve Milliyetçilik Anlayışı

Atatürk’ün millet anlayışı bugün  bilimselliği kabul edilmiş  olan subjektif veya kültürel millet görüşüne uygundur.Atatürk’e göre millet;”Zengin bir geçmişe sahip olan, birlikte yaşamayı arzulayan, sahip oldukları değerlerin korunması konusunda ortak irade gösteren insanların birleşmesinden oluşmuş bir cemiyet “tir. Atatürk her millete uyabilecek bu genel tanımın yanı sıra, Türk Milleti’nin oluşumunda etkin olan faktörleri de şöyle sıralamıştır:

1-Siyasi varlıkta birlik   2-Dil birliği     3-Yurt birliği   4-Irk ve menşe birliği

5-Tarihi karabet(Yakınlık-akrabalık)      6-Ahlak birliği

Atatürk temelde,millet hayatında  ve tanımında milli kültürü esas almıştır.Nitekim Atatürk yaptığı tanımlardan birinde milleti; Dil,kültür ve mefkure birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasi ve sosyal heyet olarak tanımladığı görülmektedir..Türk milletinin oluşumunda kültürün önemine büyük yer veren Atatürk, Türk kültürünün araştırılması ve zenginleştirilmesi işine önem vermiş, bu amaçla Dil ve Tarih Kurumlarının yanı sıra ,fakülte ve yüksek okulların açılmasına  öncülük etmiştir.

Bu millet görüşünün ışığı altında Atatürk, milliyet prensibini şöyle tanımlamaktadır:Bir milletin diğer milletlere oranla tabii veya sonradan kazanılmış özel karakter sahibi olması diğer milletlerden farklı bir varlık teşkil etmesi,çoğu zaman onlardan ayrı olarak onlara paralel gelişmeye çalışmasına milliyet prensibi denir.

e)Atatürk Milliyetçiliğinin Özellikleri

  Atatürk’ün milliyetçilik anlayışında millet esastır. Atatürk milliyetçiliğinde özellikle Türk Milleti’nin geçmişine olan sevgi ile birlik ve beraberliğine yer ve değer verilmektedir .Atatürk’ün “Bize milliyetçi derler,fakat biz öyle bir milliyetçiyiz ki,bizimle işbirliği yapan bütün milletlere hürmet ederiz.Bizim milliyetçiliğimiz bencil  bir milliyetçilik değildir. “ sözleriyle de ifade ettiği gibi, Atatürk milliyetçiliği herhangi bir millet düşmanlığına dayanmamaktadır. Yurtta ve dünyada barışı öngörür. Bu sebeple her türlü emperyalizme ve sömürgeciliğe karşıdır. Bağımsızlığı savunur. Başka devletlerin de bağımsızlığına saygılıdır ve yayılmacı değildir.

Atatürk milliyetçiliği hürriyete ve insan şahsiyetine değer verir ve eşitlik fikrine dayanır. Bölücülüğü ve ayrımcılığı reddederek,birleştirici,bütünleştirici bir nitelik taşır. Ayrıca milliyetçiliği reddeden akımlara ve sınıf mücadelesine karşı olup, laik, insancıl, barışçı olmak gibi özelliklere sahiptir. 

Atatürk milliyetçiliği ilericidir. Çağın gerçeklerine uygun olarak, akıl ve bilimin doğrularına dayanır. Bu çerçevede Türk Milleti’nin dünya medeniyetine bilimsel açıdan hizmetini öngörür.

Bütün bunların yanında Atatürk milliyetçiliği; akılcı, yapıcı,yaratıcı ve idealist bir yapı içerisinde ,insan hak ve hürriyetlerine dayalı bir biçimde, kültürel değerlere sahip çıkan  bir sistem olarak  Türk Milletini sevmeyi ve onun menfaatleri için çalışmayı öngörür.

 

3-Halkçılık

Halk kelimesi dilimize Arapça’dan geçmiştir. Bir milletin belirli çevre içerisinde yaşayan kısmını, ya da milleti oluşturan çeşitli mesleklerin ve toplumsal grupların içinde bulunan insanları ifade eder.En geniş anlamı ile kalabalık bir insan topluluğu demektir. Türk Halkı ise; Türkiye sınırları içinde yaşayan ve ortak özelliklere sahip, ortak  menfaat ve değer sistemleri bulunan insan topluluğu olarak tarif edilmektedir. Görüldüğü üzere burada halk kavramından kastedilen anlam aslında Türk Milleti’dir.

Osmanlı Devleti’nde halk; aydınlar, ve diğer yüksek dereceli memur vb. kişiler dışında kalan insan topluluğu için kullanılmıştır. Ancak ilk defa Ziya Gökalp, halk kavramının Türk Milletini ifade ettiğini savunmuş ve bu anlam daha sora Atatürk ile milli şuurumuza yerleşmiştir.Türk halkı, Türk Devleti’nin en önemli unsuru olan beşeri unsurunu oluşturur. Türk halkı şehirlisi, köylüsü ile din ve ırk farkı gözetilmeksizin vatandaşların bütünlüğünü , yani Türk Milletini ifade eder. Zaten millet; halk denilen insan topluluğunun belirli hedeflere yönelerek, bilinçlenmesi sonucu ortaya çıkmış bir kavramdır.

Halkçılık ise, halkın, halk tarafından halk için idaresidir. Yani halkın kendi kendisini demokratik esaslara  uygun olarak  yönetmesidir. Bu anlamda halkçılık, cumhuriyetçilik ve milliyetçiliğin doğal bir sonucudur. Halkçılığın üç önemli unsuru vardır. Birincisi halk yönetimi(siyasi demokrasi) ,ikincisi eşitlik, üçüncüsü ise sınıf mücadelesini kabul etmemektir.

Bu anlamda halkçılık, bireyler arasında hiçbir fark ve ayrılık gözetmemek, topluluk içinde ayrıcalık kabul etmemek ve halk adı verilen, tek,eşit bir varlık tanımak  görüş ve tutumudur. Aynı zamanda bu anlayışın ileri ki bir sonucu olarak halkçılık; halk devleti, halk yönetimi,halkın kendi geleceğine egemen olması,yani siyasi gücü elinde bulundurması gibi kavramların ortaya çıkmasını sağlayan  bir ilkedir.

Atatürk, Milli Mücadele hareketinde gücünü doğrudan halktan almıştır. Bu sebeple halkçılık; Milli Mücadelenin ilk günlerinden itibaren üzerinde en çok durulan ,en çok vurgulanan unsurlardan biri olmuştur. Dolayısıyla ,Milli Mücadele döneminin en önemli anayasal belgelerinde   bile yer almıştır. Nitekim 1921 Anayasasına esas olan belge, daha önce “Halkçılık Programı” adını taşımakta idi.

Atatürk’e göre halkçılık; kuvvetin,kudretin,hakimiyet ve idarenin doğrudan doğruya halka verilmesi ve yönetimin ,ekonominin,politikanın,devlet ve toplum düzenlemelerinin halka dönük olmasıdır. O’nun halkçılık anlayışında ;kanunlar önünde mutlak eşitlik söz konusu olup, hiçbir fert aile ve sınıfa ayrıcalık tanımamak ve Türkiye’de sınıf mücadelesine yer vermemek, ayrıcalık yapmamak temel prensip olarak yer almıştır..

Halkçılık;hürriyeti ve toplumsal düzenin sağlanmasını amaçlar.Ancak halkçılık ile hiçbir zaman sınırsız hürriyet söz konusu edilmemiştir  Bu kavram kanunların çizdiği sınırlar çerçevesinde insanların hürriyetlerini kullanmalarını ve demokrat olmalarını öngörür. Bu anlamda fertlerin belli bir düzen ve disiplin içinde ve eşit şartlarda yaşamalarını ifade eder.  .

4-Devletçilik

Devletçilik,devlet yetkilerinin artması,genişlemesi, kamu hizmet ve faaliyetlerinin yayılmasıdır.Bu çerçevede devletçilik , bir tür devlet müdahalesi anlamına da gelmektedir. Ancak en klasik tanımıyla devletçilik; devletin daha önce kendi faaliyet alanına girmeyen konulara da, kamu menfaati  nedeniyle girmesi,katılması ve müdahale etmesi demektir.

Devletçilik dar ve geniş anlamda olmak üzere iki şekilde kullanılmaktadır. Geniş anlamda devletçilik; Türkiye’de uygulanan ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın özelliklerini ortaya koyan bir politik uygulamadır. Dar anlamda devletçilik ise; özel teşebbüse yer veren ekonomik prensiplere sahip, iktisadi alandaki uygulamalardır. Türkiye’de devletçiliğin asıl uygulamaları ekonomik alanda görüldüğünden, devletçilik ekonomik bir mana ifade etmektedir. Bir ekonomik kalkınma modeli olarak devletçilik, toplum yararına yaygın hizmetleri öngörür.

1923’ten itibaren Türkiye’de uygulanan liberal ağırlıklı ekonomik politika, bazı olumlu adımların atılmasına karşın, kalkınmayı yeterince gerçekleştirememiştir. Devlet desteği ile özel teşebbüsçülüğün yapıldığı bu dönemde, özel teşebbüsün ekonomiyi kalkındırma yükünü taşıyamadığı görülmüştür. Bu dönemde hükümetin politikası, kendi yatırımlarını başta demiryolları olmak üzere sosyal sabit sermaye ve nakliyat alanlarıyla sınırlayarak, özel girişimi canlandırmak olmuştur Cumhuriyetin ilk yıllarında hükümetin ekonomideki genel hedefi, Türkiye’de yaşayan insanların ekonomik şartlarını iyileştirmek , ve iyileştirmelerden toplumun daha geniş bölümlerinin yararlanabilmesini sağlamaktır.Diğer hedefler ise, sanayileşmeyi hızlandırmak, tarımsal üretimin artmasını sağlamak, ulaşımı geliştirmek ve bankacılık sistemini modernleştirmektir.

Ancak bütün bu hedefleri gerçekleştirmek 1929 dünya ekonomik krizinin başlamasıyla imkansız hale gelmiş ve Türk ekonomisi 1929 krizinden fazlasıyla etkilenmiştir. 1929 krizi Türkiye’nin en önemli ürünlerinden biri olan buğday fiyatlarının hızla düşmesine neden olmuş, ekono0mik bunalım tarım sektörüne de sıçramıştır. Ayrıca krizin etkisiyle ticaret dengelerinde bozulma, ithalat hacminde ani daralma ve bütçe gelirlerinde büyük düşüş yaşanmıştır. 1930’lara gelindiğinde Türkiye’nin ekonomik politikasını belirleyen iki önemli gelişme ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi 1929 dünya ekonomik krizi, diğeri ise 1929 yılında Lozan’daki sınırlamaların kalkmasıdır. Bu iki gelişme Türkiye’de devletçilik uygulamasına geçişi hızlandırmıştır.Bu bilgilerin  ışığı altında özel teşebbüse dayalı ekonomik sistemden, devletçiliğe geçişi gerektiren tüm etkenleri şu şekilde sıralayabilmek mümkündür:

1-1929 dünya ekonomik krizinin yol açtığı bunalım.

2-1929’da Lozan Barış Antlaşması’nın getirdiği sınırlamaların kalkması.1923-1929 yılları arasında gümrük duvarlarının hala düşük kalması nedeniyle, yerli sanayiinin korunması mümkün olamamıştı.Gümrük vergilerinin yüksek olmaması, yerli ürünlerin yabancı mallarla rekabet edememesine neden olmuş ve sanayileşme gerçekleştirilememiştir. 1929’da  bu sınırlamaların kalkmasıyla devlet, yerli sanayiinin korunması ve geliştirilmesi işini bizzat üstlenmek yolunu seçmiştir.

3-Sermaye birikiminin yetersizliği ve burjuva kesiminin yok denecek kadar zayıf ve güçsüz olmasının devletin ekonomiye müdahalesini kaçınılmaz kılması.

4-Vasıflı işçi ve teknik eleman yetersizliğinin yanı sıra, müteşebbis tipinin hiç olmaması da devleti ekonomiye müdahalede bulunmaya iten bir başka etken olmuştur.

5-Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması çok partili siyasal yaşam için bir deneme olduğu kadar, ekonomik sorunlara ve krizlere karşı da bir arayışın sonucudur. SCF’nın  varlığını sürdürdüğü kısa dönemde halktan yoğun ilgi görmesi,toplumun içinde bulunduğu zor şartların iktidar tarafından anlaşılmasını  sağlamıştır. Bu olaydan sonra hükümet özel sektöre dayalı ekonomik politikasını yeniden gözden geçirmek ve halkın refah düzeyini yükseltmek için ekonomiye müdahale etmek kararını almıştır.

Kısacası, iç ve dış ekonomik ve siyasal gelişmelerin etkisi, cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya çıkan hayal kırıklığı,Sovyet deneyinin yarattığı heyecan  ve bağımsızlıktan ödün vermeden kalkınma zorunluluğu Genç Türkiye Cumhuriyetini devletçilik uygulamasına yöneltmiştir. Mayıs 1931’de toplanan CHP’nin üçüncü büyük kurultayında devletçilik ilkesi parti programına alınmış ve tek parti döneminin özelliklerinden dolayı bir devlet politikası haline gelmiştir.

 

Atatürk’ün Devletçilik Anlayışı

Atatürk Türkiye’de ılımlı bir devletçilik uygulamasından yana olmuştur. Atatürk’ün devletçilik anlayışı tamamen Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlardan doğmuştur. Atatürk bu konuda şunları söylemektedir:”Türkiye’nin uyguladığı devletçilik sistemi,19. asırdan beri sosyalizm nazariyecilerinin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir.Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye özgü bir sistemdir...Fertlerin özel teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak;fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve bir çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleketi ekonomik gelişmesini devletin eline vermek.Türkiye Cumhuriyeti Devleti,Türk vatanında asırlardan beri özel teşebbüs tarafından yapılmamış olan şeyleri bir an önce yapmak istedi ve kısa zamanda yapmaya muvaffak oldu.Bizim takip ettiğimiz bu yol, görüldüğü gibi liberalizmden başka yoldur”1936’da  Atatürk’ün  bu sözleri söylediği yıllarda ,Türkiye’de artık devletçilik  rayına oturmuş ve devlet müdahaleciliği ile kalkınmada önemli adımlar atılmıştır.

Atatürk devletçilik uygulamasını kalkınma için temel koşul olarak öne sürerken, demokrasi ilkesinden ve bireyin haklarından da vazgeçmemiştir.

Atatürk tarafından önerilen ve ılımlı devletçilik diyebileceğimiz bu yaklaşım,doğrudan doğruya emperyalizmin müdahalesine karşı kurulmuş bir savunma sistemidir. Atatürk milli bağımsızlığın sağlam esaslara oturtulması için, ekonomik açıdan tam bağımsız olmak gereğini  görmüş ve bunun için de milli sanayii yabancı rekabetinden korumak için devlet eliyle kalkınmayı önermiştir.Atatürk’e göre devlet,özel teşebbüsün ilgilenmediği,başarılı olamadığı veya gücünün yetmediği alanlarla, toplum çıkarlarının ön planda olduğu alanlara  müdahale etmelidir.Bu yönüyle Atatürk’ün devletçilik anlayışı özel teşebbüse ve özel mülkiyete karşı değildir. Dolayısıyla Atatürk’ün devletçilik anlayışı, Marksist anlamdaki devletin ekonomik faaliyetlerin tümünü organize etmesi anlamına gelmemektedir. Marksizm’de tüm üretim araçları  devletin elinde toplanmakta, her alanda devlet tekelleri oluşturulmakta ve özel mülkiyet ile özel teşebbüse yer verilmemektedir.Oysa Atatürk’ün devletçilik anlayışı, geri kalmış bir toplumda hızlı kalkınmayı hedefleyen ve ülkeyi çağdaş sanayileşmiş ülkeler düzeyine çıkarmayı amaçlayan bir yaklaşımdır.

Atatürk’ün devletçilik anlayışı o yıllarda Batı’da sıkça görülen devlet kapitalizminden de farklıdır.Devlet kapitalizminde, devlet özel teşebbüs yararına ve onun çıkarları doğrultusunda ekonomiye müdahale etmekte ve burjuva sınıfı lehine düzenlemeler yapabilmektedir.Oysa  Atatürk’ün devletçiliği diğer ilkelerden özellikle de halkçılıktan bağımsız düşünülemezdi.Ayrıcalıksız, sınıfsız , kaynaşmış bir kitleyiz söylemi halkçılık ilkesinin bir hedefi iken, bu hedefe ulaşmanın yolu da devletçilikten geçmektedir.Yani ayrıcalıksız ve sınıfsız bir toplum yaratmak için her şeyden önce adaletli bir ekonomik düzen kurmak ve toplumun refah düzeyini yükseltmek lazımdır.Bu  husustaki ciddi çalışmalar da, 1930’dan sonra uygulamaya konan devletçi ekonomik model ile gerçekleştirilmiştir.

Devletçiliğin 1931’de CHP’nin programına girmesiyle birlikte, Türkiye’nin ekonomisinde çok önemli atılımlar gerçekleşmiştir.Devletçilik uygulamasına geçişin en çarpıcı örneği planlı ekonomiye geçilmesidir. 1932 yılında hazırlanmaya başlanılan Birinci Beş Yıllık Sanayii Planı, 1934 yılında yürürlüğe girmiştir. Bu planın hedeflerini şöyle sıralayabilmek mümkündür:Yerli hammadde kullanmak, tüketim araçlarının üretimine öncelik vermek,yeni fabrikalar kurarken bölgesel dağılıma önem vermek.

I.Beş Yıllık Planda kimya sanayii,demir sanayii, kağıt ve selüloz sanayii, kükürt sanayii,süngercilik, pamuk ve mensucat sanayiine öncelik verilmiştir.Sanayileşmenin yanı sıra  tarım alanında da bu dönemde önemli ilerlemeler kaydedilmiştir.

Devletçilik ilkesi,sonraki yıllarda üzerinde en çok tartışılan ilkelerden biri olmuştur.Özellikle 1950’den sonra dünyada ağırlığını hissettirmeye başlayan liberal  görüşlerin de etkisiyle, devletçilik ilkesinin tersi uygulamalara girişilmiştir.Ancak buna rağmen, Atatürk döneminde temelleri atılan ,teorik ve pratik alt yapısı oluşturulan devletçi model, uzun yıllar Türkiye’nin kalkınmasında önemli rol oynamıştır.

 

5-Laiklik

Laik kelimesi,Yunanca “Laikos”’dan gelmektedir.Latinceye Laicus, Fransızcaya Laic, Laique olarak geçmiş,Türkçe’de okunuş tarzına sadık kalınarak Laik şeklinde kullanılmaktadır. Laik kelime olarak;ruhani olmayan kimse, dini olmayan şey, fikir, müessese, prensip demektir. Laik olmak ;dünya işlerini, din işlerinden, dini otoriteden ayrı olarak ele alma anlamına gelmektedir. Laisizm veya laiklik de bu kelime ile ilgili olarak ortaya çıkmış olan kavramlardır. Bu anlamda laisizm; laik fikir akımlarının savunmasını üstlenmeyi ifade etmektedir.

Laiklik ise; sosyal hayatta din kurallarına tâbi olmayan  hukuk anlayışını ifade eder. Halbuki gerçek anlamda laiklik; din ile devlet işlerinin ayrılması, ve devletin vicdan işlerinin gerçekleşmesinde tarafsız kalmasıdır. Başka bir deyişle; devletin Allah ile kul arasından çekilmesi ve dinin de devlet işlerine karışmaması , yani akıl ile imanın yetki alanlarının ayrılmasıdır.

Laiklik kelimesi Osmanlı Devleti’ne Meşrutiyet yıllarında girmiş ve “Lâ Dînî” veya “Lâ Ruhbanî” şeklinde kullanılmıştır. Dolayısıyla bu dönemde  Osmanlı Devleti’nde bugünkü modern  anlamda olmasa da, din ve mezhep hürriyetinin sağlanması açısından  laikliğe doğru bir yöneliş olduğu görülmektedir.

Laiklik; Milli Mücadele döneminde ortaya çıkan milli egemenlik prensibinin tabii bir gereği olarak, Yeni Türk Devleti’nin temel ilkelerinden biri olmuştur. Bu dönemde siyasi, sosyal, hukuki ve ekonomik zorunluluğun bir sonucu olarak ortaya çıkmış olan laiklik, devlet idaresi ile birlikte, hukuk, eğitim ve dil alanlarını da kapsamıştır.

Laiklik; Batı ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye’de de cumhuriyet ile birlikte pozitif hukuk alanına girmiştir. Bu olay özellikle devlet idaresini ve toplumsal  kurumları , dini kuralların etkisinden tamamen uzaklaştırmıştır.

Atatürk’e göre din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Dine saygı, inanan kişinin haklarına saygının bir sonucudur. Ancak din işiyle, devlet işini birbirine karıştırmamak lazımdır. Atatürk’ü bu karara yönelten hususların başında ise; başta II:Meşrutiyet döneminin düşünce yapısı ve Milli Mücadele sırasında  karşılaşılan engellemeler  gelmektedir. Özellikle bu dönemde Milli Mücadeleye karşı gerçekleştirilen isyanlar ve yayınlanan fetvalar, başta Atatürk olmak üzere milli mücadele liderlerini, Türkiye’yi çağdaş ve modern bir devlet yapmanın gerekliliğine inandırmıştır. Bu çerçevede, bu dönemde  din ve devlet işlerini birbirinden ayırarak, dinin devlet üzerinde olabilecek baskısını ortadan kaldırmak ve dinin politikaya karıştırılmasını önlemek temel hedeflerden biri olarak  belirlenmiştir. Bu sebeple, din ve devlet işlerini birbirinden ayırmak, Yeni Türk Devleti’nin en belirgin özelliklerinden biri olmuştur.

 

Laikliğin Tarihi Gelişimi

Laikliğin gelişmesi ne batıda ne de Türkiye’de kolay olmamıştır. Özellikle batıda laiklik uzun asırlar süren  şiddetli, hatta kanlı  mücadeleler sonucunda ortaya çıkmıştır. Hıristiyanlığın  kurucusu Hz.İsa’nın “Benim hükümdarlığım bu dünyada değildir” demesine rağmen, kilise güçlendikçe devletin temel yetkilerini ve egemenlik alanlarını devletin elinden almak istemiştir.Kilise ile imparatorlar arasında asırlar süren bu mücadele sonucunda  kilise yenilmiş ve 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’da milli egemenlik esasına dayanan bağımsız devletler kurulmaya başlamıştır. Ancak bu zaman zarfında Avrupa’da din adına vicdanlara hükmedilmiş ve insanlar bu yüzden tarifsiz zulümlere uğratılmışlardır.O dönem Avrupası’nda kilisenin otoritesi  hukuki, ekonomik, sosyal, edebî ve güzel sanatların tümünü içine alan geniş bir alana hükmettiği için, bir şeyin doğruluğu ancak kilisenin kurallarına ve yorumlarına uymasına bağlı idi.Aksi taktirde kişiler engizisyonda yargılanırlardı.Avrupa kilisesinin bu mutlak otoritesi, Rönesans ve Reform hareketleriyle yıkılmıştır.Bu gelişmelerin ışığı altında Avrupa’da 18. yüzyılda Aydınlanma çağı denilen dönem yaşanmış ve devletin kaynağının ilahi olamayacağı görüşü hakim olmaya başlamıştır. Loche,din ve devlet işlerinin ayrılmasını  ve kuvvetler ayrılığına dayanan bir devlet anlayışını savunurken, Voltaire kilisenin siyasi-hukuki otoritesine karşı mücadelesini “düşünce ve vicdan özgürlüğü” tezine dayandırmıştır.Rousseau demokrasi,Montesquieu ise kuvvetler ayrılığı tezini  savunmuşlardır.Laiklik bütün bu mücadelelerin sonucunda ancak dört asırlık bir birikimin sonucu olarak ortaya çıkabilmiştir.1688 İngiliz Halklar Bildirisi, 1776 Amerikan İnsan Hakları Bildirisi ve 1789 Fransız İnsan Hakları Bildirilerinin temel özellikleri   insanların istedikleri dine inanmak veya inanmamak,ibadet etmek veya etmemek hak ve özgürlüğünü kabul  etmeleridir.

 

Atatürk’ün Laiklik Anlayışı

Türkiye’de laikliğin oluşum şartları batıdan oldukça farklıdır. Batıda laiklik milli bir devletin oluşumundan sonra ortaya çıkarken, Türkiye’de milli bir devlet olmanın ön şartı olarak ortaya çıkmıştır. Batıda laiklik vicdan özgürlüğüdür. Batıda kilise-devlet çatışmasına sahne olurken, Osmanlı Devleti’nde din devletin kontrolünde olduğu için bir din-devlet çatışması yaşanmamıştır.

Atatürk gençlik yıllarından itibaren bilimin ışığındaki  çağdaş görüşleri benimsemiştir. O, başta çeşitli hurafeler olmak üzere, devlet ve milletin geri kalmasına  sebep olmuş olan engellerin ortadan kaldırılması görüşündedir. Atatürk’e göre bu İslâm dinine aykırı bir durum değildir. Çünkü, bilim ve aklın gösterdiği yolu tutarak, çağdaş değerleri yakalamak ve milleti yükseltmek İslâm dinine uygundur. İslâm dinine önem veren Atatürk,İslâmın akıl ve mantığa yer verdiği için  mükemmel bir din olduğu  görüşündedir.Dinin milletlerin yaşaması için önemli olduğuna inanan Atatürk,dini siyasete alet edenlere her zaman karşı çıkmış, bu tür kişilerden Türk Milleti’nin büyük zarar gördüğünü dile getirmiştir.

Laiklik Atatürk’ün kurmuş olduğu cumhuriyetin temel taşıdır. Laiklikten uzaklaşıldığı taktirde demokratik, bağımsız milli cumhuriyetin varlığı tehlikeye düşeceği gibi, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma hedefi de tehlikeye girer ve yeniden ortaçağın karanlıklarına dönülebilir.Çünkü unutulmamalıdır ki, Osmanlı Devleti’nin gerilemesine ve çökmesine neden olan en önemli etkenlerden biri,Osmanlı Devleti’nin teokratik bir yapıya sahip olması nedeniyle ,batı Rönesans ve Reform ile devlet yönetiminde akılcı ilkeleri hakim kılarken, bu gelişmeleri takip edememesidir. Batıda bilimsel buluşlar, keşifler ve icatlar hızla gerçekleştirilirken ,Osmanlı en basit bir yeniliği bile alırken şeriata uygun olup, olmadığını tartışmıştır. Avrupa’da 1450’de icat edilen matbaanın Osmanlıya 1727’de girmesi bunun en tipik örneğidir. Ayrıca teokratik bir devlette, bütün totaliter rejimlerde olduğu gibi, yöneticiler kendilerini tek ve değişmez gerçeğin temsilcisi saydıklarından, böyle ülkelerde düşünce özgürlüğünden ve gerçek demokrasiden söz edilemez.Bu durumda laik bir devlet yapısı demokrasinin de ön şartıdır.

 

Laikliğin Unsurları

Laiklik birbirini tamamlayan 5 unsurdan oluşmaktadır.Bunlar:

1-Laikliğin bir unsuru din ve vicdan hürriyetidir.Teokratik bir devlet kurma amacına yönelmemek şartıyla, anayasada yer aldığı şekliyle “ herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir”.

2-Laikliğin ikinci unsuru resmi bir devlet dininin bulunmamasıdır.Laik devlette din bir vicdan sorunudur. Dolayısıyla devlet, belli bir dinin kurallarını vatandaşlarına benimsetmek ve uygulatmak için zorlayıcı kurallar koyamaz.

3-Laikliğin üçüncü unsuru, devletin din ve mezhepleri ne olursa olsun vatandaşlarına eşit muamele yapmasıdır.

4-Laikliğin dördüncü ve çok önemli unsurlarından biri de, devlet yönetiminin din kurallarına göre değil,toplumun ihtiyaçlarına, akla, bilime, hayatın gerçeklerine göre yürütülmesidir.Yani din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır.Buna  rağmen, Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı ,devlet teşkilatı bünyesinde yer almaktadır.Bu durum laikliğin batı ülkelerindeki klasik  anlaşılış şekline uymamakla birlikte,Türkiye’nin özellikleri sebebiyle ortaya çıkmış olan,laikliğe aykırı olmayan,tam tersi laikliği koruyucu nitelik taşıyan bir çözüm şeklidir.

5-Laikliğin beşinci unsuru ise ,eğitimin laik, akılcı ve çağdaş esaslara göre düzenlenmesidir.      

Türkiye’de din ve devlet işlerini birbirinden ayırmak amacıyla bazı çalışmalar gerçekleştirilmiştir.Bu amaçla 3 Mart 1924’de Halifelik ve Şer’iyye ve Evkâf Vekâleti kaldırılmış ve aynı gün Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılmıştır.10 Nisan 1928’de anayasada yer alan “Devletin Dini İslâm”dır, ibaresi anayasadan çıkartılmış, 5 Şubat 1937’de de laiklik diğer Atatürk ilkeleriyle birlikte anayasaya girmiştir.Böylece , Türkiye’de laikliğin önünde yer alan engeller ortadan kaldırılmış,Türkiye Cumhuriyeti resmen laik yapıda bir devlet haline getirilmiştir.

 

6-İnkılâpçılık

İnkılâp, Arapça Kalp kelimesinden gelmekte olup, bir milletin sahip olduğu siyasi, sosyal ve askeri alanlardaki kurumların ,devlet eliyle makul ve ölçülü metotlar çerçevesinde köklü bir biçimde değiştirilmesi olarak tanımlanmaktadır. İnkılâp çoğu zaman ihtilal kelimesi ile karıştırılmaktadır. Oysa ihtilal, inkılabın başlangıç evresini, mevcut otoriteye karşı gelmeyi, zora başvurmayı öngören kısmını ifade etmektedir. Bir inkılâp hareketi genel olarak üç aşamada gerçekleşmektedir.Bu aşamalar:

1-Fikir safhası(Aydınların, düşünürlerin, filozofların fikirlerinin toplum bilincinde kavranması aşamasıdır)

2-Aksiyon veya Eylem safhası (Mevcut sistemin geniş bir halk hareketi ile yıkılması işinin gerçekleştirildiği safhadır.Başka bir ifade ile ihtilal safhasıdır)

3-Yeni bir düzen kurulması safhası(Yıkılan ve bozulan düzenin yerine halkın beklentilerine cevap verebilecek yeni bir sistemin kurulması işinin gerçekleştirildiği safhadır.)

İnkılâpçılık ise; kurucu ve yapıcı bir düşünce ile modern toplum hayatında yeni ilerleme ve gelişmelere imkan hazırlamaya yönelik bir düşünceyi benimsemektir.İnkılâpçılık, Atatürk’ün diğer ilkelerini de içine alan bir genel ve ana ilkedir.Bu anlamda yapılan bütün inkılâplara sahip çıkmayı ifade eder.

Atatürk’ün Inkılâpçılık Anlayışı

Atatürk’e göre Türk inkılâbı, Türk Milletini son asırlarca geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak, yerine milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini sağlayacak yeni müesseseleri  koymak demektir.Atatürk’ün inkılâpçılık anlayışının temelinde Türk Milletini dünya kültür ve medeniyetinden yararlandırma düşüncesi vardır.Atatürk, Türk Milleti’nin ilerlemesinin devam etmesi ve bunu sağlayan ilke ve inkılâpların güvence altına alınması amacıyla İnkılâpçılık ilkesini, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel prensiplerinden birisi olarak kabul etmiş ve bu ilkeyi de anayasaya koydurmuştur.

Türk inkılâbı aynı anda hem siyasi toplumun temelini ümmet esasından millet esasına çevirmiş, hem meşru siyasi iktidarın temeli olarak kişisel egemenliğe son vererek, millet egemenliğini ilan etmiş, hem dine bağlı (teokratik) devlet yapısının yerine laik devlet yapısını geçirmiş, hem modernleşme ile gelenekçilik arasında bocalamakta olan bir toplumu bu  ikilemden kurtararak Türkiye’nin yüzünü geri dönülmez şekilde çağdaş batı medeniyetine  döndürmüştür. Bütün bunlar yirmi yıldan kısa bir süre içinde olmuştur.

İnkılâpçılık, inkılâbın temel ilkelerinden taviz vermemeyi gerektirir.Çünkü her köklü değişim,toplumun bir kısmını memnun ederken, elbette ki başka bir kesiminin yerleşik menfaatlerine veya inançlarına zarar verecektir.Hele Türk inkılâbı gibi, yüzyıllardır süregelmiş ve modern devlet hayatıyla bağdaşması mümkün olmayan bazı değer, inanç ve geleneklerin tasfiyesine yönelmiş bir kültür inkılâbında ,bazılarının getirilen yenilikleri hiç değilse başlangıçta benimsememeleri, hatta ona karşı aktif direnişe geçmeleri mümkündür. Bu tabii tepkilere karşı inkılâbı kararlılıkla korumak,inkılâpçının görevidir.    

 

B-Bütünleyici İlkeler

Bütünleyici ilkeler olarak benimsenen ilkeler, Atatürk İlkelerini çeşitli yönleriyle destekleyen ve tamamlayan ilkelerdir. Bunlar aynı zamanda TC.Devleti ve Türk Milleti’nin dikkat etmesi gereken bazı prensipleri de ortaya koymaktadır.Bu ilkeler:

1)-Milli Egemenlik

a)Milli Egemenlik Nedir?

Egemenlik (Hakimiyet);egemen olma, hakimlik, üstünlük, amirlik manalarına gelmekte ve hükmeden, buyuran, buyruğunu yürütebilen üstün gücü ifade etmek için kullanılmaktadır. Egemenlik ,devlet kudretinin bir vasfıdır. İç hukukta en üstün kudreti, milletlerarası hukukta da bağımsız bir gücü anlatmaktadır.

Milli egemenlik ise;bir milletin kendi kaderine hakim olarak, kendi geleceğini tayin etme gücünü elinde bulundurması demektir. Yani bir milletin kendi kendini idare etmesi, kendine hükümet edecek heyeti seçmesi  anlamına gelmektedir.İç görünüşü itibariyle demokratik rejimi, yani egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu  ortaya koyarken, dış görünüşü ile de milletin özgür ve bağımsız yaşamasını, yani dışa karşı millet birliğini ve bütünlüğünü ifade etmektedir.

Milli egemenlik düşüncesi ilk defa 18. yüzyılda Fransız düşünürü  Jean  Jaques Rousseau  tarafından ortaya atılmış ve bu yüzyılda despot hükümdarlara karşı fertlerin hak ve hürriyetlerini gerçekleştirip, teminat altına almak için girişilmiş olan mücadele ile başlamıştır.Ancak bu fikrin ortaya çıkması, yani halkın da yönetime katılarak, hükümdarın gücünün sınırlandırılması işi 1215 tarihli Magna Charta’ya dayanmaktadır.

Milli egemenlik bir kişi veya sınıfın egemenliğinden uzak olarak, milletin kendi yönetiminde söz sahibi olması anlamına geldiğinden, milletin genel iradesinin ortaya konmasını sağlar ve iktidarın kayıtsız şartsız millete ait olmasını ifade eder.Bu nedenle demokrasinin temel şartıdır.                                                                                           

 

b)Atatürk’ün Milli Egemenlik Hakkındaki Düşünceleri

Atatürk’e göre egemenlik devlet kavramının özünde var olan siyasi bir nüfuz olup, milleti dışta temsil ve başka milletlere karşı savunma yetkisini içeren bir güçtür.Atatürk milli egemenliği ise;bağımsızlık ve demokrasi olarak algılayarak, emperyalizme, baskıya ve esarete karşı milletin haklarını savunmak olarak değerlendirmiştir.Atatürk’e göre milli egemenlik, devlet ve milletin kaderinde etkin ve hakim olması gereken bir değerdir. Çünkü milli egemenlik  adaletin, eşitliğin, hürriyetin dayanağı ve milletin namusu , haysiyeti, şerefidir. Bu sebeple Atatürk milli egemenlik prensibini devletin temel unsurlarından biri haline getirmeye çalışmıştır. Bundan amaç ise; siyasi, sosyal ve ekonomik yönden yabancı etkilerden uzak, milli iradeden oluşmuş bir toplumun meydana gelmesini sağlamaktır. Sadece bununla da yetinmeyen Atatürk’e göre,toplumda  hürriyetin, eşitliğin, adaletin, istikrarın sağlanması ve korunması ancak tam ve kesin bir biçimde milli egemenliğin gerçekleşmiş bulunmasıyla mümkündür. Dolayısıyla O  milli egemenliği, bu öneminden ve devletimizin sonsuza kadar devam etmesi, memleketimizin kuvvetlenmesi, milletimizin refah ve mutluluğu açısından gereken bir değer olarak görmüştür. Atatürk “milli hakimiyet öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar” sözleriyle, milli egemenlik prensibinin gücünü ortaya koymakta ve devlet hayatındaki önemini vurgulamaktadır.

c)Türkiye’de Milli Egemenlik Prensibinin Gerçekleştirilmesi 

Türkiye’de milli egemenlik prensibinin gerçekleştirilmesi, tamamen Atatürk’ün bu konudaki düşünce ve çalışmalarının eseridir. Çünkü I.Dünya Savaşı sonunda İtilâf Devletleri, Osmanlı topraklarını kağıt üzerinde paylaşmışlar ve Türk Milleti’nin siyasi varlığına tamamen son vererek, üzerinde yaşadığı bin yıllık vatanını ufak bir bölge dışında elinden almışlardır. Dolayısıyla bunun doğal sonucu olarak, 1 Kasım 1918’den itibaren Türk vatanının bazı yerleri işgal edilmiş, Türk ordusu dağıtılmış ve ülke içinde çeşitli ayrılıkçı örgütler ayaklanmalar  başlatmışlardır.

Memleketin içinde bulunduğu bu durum karşısında , ilk önce Anadolu ve Trakya’nın çeşitli şehir ve kasabalarında yaşayan vatansever kişiler tarafından, Müdafaa-i Hukuk adı altında direniş örgütleri kurulmaya başlanmıştır. Ancak temelde vatanı kurtarmak amacıyla kurulan bu cemiyetler, farklı düşünceler sebebiyle dağınım durumdadırlar. Bu güçleri birleştirerek, milli ve genel bir uyanış yaratacak bir mücadeleyi  başlatmak lazımdır. M.Kemal  bu düşünceyi gerçekleştirmek için millet egemenliğini dayalı, tam bağımsız  yeni bir Türk Devleti kurma kararıyla Samsun’a çıkmıştır.M.Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basmasıyla birlikte, Türk tarihinde ilk defa kişisel egemenlikten, milli egemenliğe geçiş süreci başlamıştır. Dolayısıyla, Türkiye’de milli egemenlik prensibinin genel anlamda ilk defa Atatürk’ün önderliğinde girişilen Milli Mücadele yıllarında uygulandığını söyleyebilmek mümkündür.

Kişisel egemenlikten, milli egemenliğe geçiş projesini, Milli Mücadele hareketini başlatarak, uygulamaya koyan Atatürk ,Amasya Genelgesi ile ileriye dönük düşüncelerini açıklamış, “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” diyerek, milli egemenliğin gerçekleştirilmesi  kararlılığında olduğunu göstermiştir.Devletin kaderinde, milletin söz sahibi olması anlamı taşıyan milli egemenlik prensibinin, Milli Mücadele dönemi boyunca ve daha sonra da üzerinde durulacak en önemli hususlardan biri olduğunu, Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde kongreler düzenlenmesinden ve bu kongreler vasıtasıyla halkın istek ve düşüncelerinin  ortaya konmaya çalışılmasından anlamaktayız. Çünkü kongrelerde alınacak olan kararlar, milletin temsilcilerinin görüşleri doğrultusunda ortaya çıkacaktı.Bu da milletin girişilecek olan mücadelede söz sahibi yapılması demekti. Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde alınan “Kuva-yı Milliye’yi âmil ve milli iradeyi hakim  kılmak  esastır” kararının , Türkiye’de milli egemenliği tesis etmek için alındığı bunun delilidir.Bu çerçevede Atatürk’ün Sivas’ta yayınlanmasına öncülük ettiği gazetenin  “ İrade-i Milliye”, Ankara’da  Şubat 1920’de yayınına başlanan gazetenin de “Hakimiyet-i Milliye” adını taşıması milli egemenliği gerçekleştirmek çabalarının bir yansımasıdır.

Türkiye’de milli egemenliğin gerçekleştirilmesi konusunda atılmış en önemli adımlardan biri de ilk TBMM’nin açılmasıdır.TBMM’nin açılmasıyla artık milli egemenlik prensibi, resmen ve fiilen gerçekleştirilmiştir.Böylece millet kendi geleceğini , kendisi belirleme imkanına kavuşmuştur. Bunda en büyük pay, hiç şüphe yok ki Atatürk’ündür.

Atatürk, TBMM’ni açarak en büyük ideallerinden biri olan milli egemenlik prensibini, devletin temel  unsurlarından biri haline getirmiş,” Hakimiyet kayıtsız, şartsız milletindir” ifadesinin anayasada yer almasıyla hem, diktatörlüğe karşı bütün kapıları kapatmış, hem de milli egemenlik prensibini hukuki anlamda güvence altına almıştır.

Böylece milli egemenlik ilkesi, Atatürk’ün kurduğu TC’nin temel unsurlarından biri haline gelmiştir. Bu ilke devlet yönetiminde en üstün gücün millete ait olduğunu ortaya koyması sebebiyle cumhuriyetçilik ilkesini bütünlemektedir.     

 

2-Milli Bağımsızlık

Bağımsızlık; bir devletin bir başka devlete veya uluslar arası bir kuruluşa tâbi olmaması,ya da bağlı olmaması demektir.

Milli bağımsızlık ise; bağımsızlığın milletçe benimsenmesi ve amaç edinilmesidir

Türk Milleti karakteri  itibariyle , tarihinin her devresinde tam bağımsız yaşamaya özen göstermiş  ve bu uğurda canını feda etmekten kaçınmamıştır. Bu çerçevede Milli Mücadele döneminde de bütün zorlukları göğüsleyerek, büyük bir milli mücadeleye girişmiş, tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmayı başarmıştır.Milli Mücadele “Ya bağımsızlık, ya ölüm” parolasıyla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.

Atatürk’ün bağımsızlık anlayışı ,  kayıtsız,şartsız tam bağımsızlık fikrine dayanmaktadır. Milli Mücadele döneminde “ ya bağımsızlık, ya ölüm” düşüncesiyle hareket eden Atatürk, uyguladığı dış politikanın esasını da yine tam bağımsızlık anlayışına dayandırmıştır. Atatürk’e göre tam bağımsızlık; siyasi, ekonomik, askeri, kültürel ve akla gelebilecek her alanda tam bağımsız olma anlayışına dayanmaktadır.Bunlardan birinin eksikliği halinde Atatürk’e göre millet ,tam bağımsızlıktan uzaklaşmış olacaktır.

3-Milli Birlik ve Beraberlik

Milli birlik ve beraberlik; milletçe birliği, beraberliği ve bir arada yaşamayı ve bütünlüğü ifade etmektedir. Bu ilke aynı zamanda Türk Milletini oluşturan insanların, karşılıklı sevgi ve saygı duygusuyla birbirine bağlanmasını ve ortak amaçlara yönelmiş olarak varlığını devam ettirmesini amaçlamaktadır.

Milli birlik ve beraberlik, her şeyden önce milli devletin gerçekleşme vasıtasıdır. Bunun bilincinde olan Atatürk, yeni Türk Devleti’nin milli bir devlet olmasını sağlamaya çalışırken,  bu ilkenin  yurttaşlar  arasındaki  bütünleştirici ve kaynaştırıcı özelliğinden yararlanmıştır. Atatürk’e göre, milli mevcudiyetin temeli,milli şuurda ve milli birlikte bulunmaktadır.

TC’nin kuruluşundan itibaren Atatürk’ün çok önem verdiği milli birlik ve beraberlik ilkesinin temelini, bütün vatandaşların, hangi din, mezhep ve ırktan gelirlerse gelsinler, hepsinin Türk olduğu düşüncesi oluşturmaktadır.

İlk defa Erzurum ve Sivas Kongreleri ile Misak-ı Milli kararlarında dile getirilmiş olan milli birlik ve beraberlik ilkesi, gerek Milli Mücadele yıllarında, gerekse  cumhuriyet devrinde vazgeçilmez önemli ilkelerden birisi olarak kabul edilmiştir. TC. Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez olduğu düşüncesinden hareket eden bu ilke, milliyetçilik ilkesini bütünlemektedir.

Atatürk ilkelerini bütünleyen bu üç ilkenin yanı sıra,”Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”,devlet ve toplum hayatında akıla ve bilime yer vermeyi öngören “Bilimsellik ve Akılcılığı”, çağdaşlaşmayı hedefleyen “Çağdaşlaşma ve Batılılaşmayı”, “İnsan ve İnsanlık Sevgisini”de bütünleyici ilkeler arasında sayabilmemiz mümkündür.