ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ

 İNKILAP: Köken olarak inkılap, Arapça “Kalb” kelimesinden türetilmiştir. İnkılap, değişme, bir halden diğer bir hale geçme demektir. Türkçe’de bu kelime “etmek” yardımcı fiiliyle “kalbetmek” şeklinde kullanılır. Türk Hukuk Lügatı’na göre ise; İnkılap; Bir devletin sahip olduğu siyasi, sosyal, askeri alanlardaki kurumların devlet eliyle, makul ve ölçülü metotlarla köklü  bir biçimde değiştirilerek yenileştirilmesidir. Yani inkılaplar, sanayi inkılabı, bilim inkılabı, kültür inkılabı gibi çeşitli alanlarda olabilir. Bu yüzden Atatürk’ün yaptığı yenilikler inkılap olarak kabul edilmektedir.  

Atatürk, inkılap kelimesini sık sık kullanmış, özellikle İnkılap ile İhtilal arasındaki farka dikkat çekmiştir.

İnkılap Olayının Gerçekleşebilmesi İçin Bazı Şartların Bir Araya Gelmesi Lazımdır. Bunlar:

a)           Toplumun karşı karşıya kaldığı idari, adli, sosyal ve ekonomik buhranlar (Fransız İnkılabında bu durumu görmek mümkündür.)

b)           Fikir hayatının gelişme göstermesi ve inkılabı hazırlayıcı çalışmaların yapılması. (Fikirsiz inkılap olmaz. Montesqieu, Voltaire, Jean Jacques Rousseau olmasaydı, Fransız İnkılabı olmazdı. Türkiye’de ise inkılap fikri 18.yy sonlarında ve 19.yy başlarından itibaren açılan modern okullarda eğitim gören mektepli gençler arasında yeşermeye başlamıştır. II.Meşrutiyet dönemine gelindiğinde, Fransız İnkılabı düşünürlerinin yanı sıra Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa gibi Tanzimat Dönemi fikir adamlarının; Tevfik Fikret, Ziya Gökalp, Abdullah Cevdet gibi Meşrutiyet aydınlarının eserleri onların düşünce atmosferini oldukça etkilemiştir. Bu kuşaktan gelen Mustafa Kemal, bu düşünürlerin fikirlerini öğrenmiş, Türk toplum yapısına uygun bir hale getirmiş ve uygulamıştır.)

c)           Lider ve kadro teşekkülü (Diğer bütün şartlar oluşmuş olsa bile lidersiz ve kadrosuz bir inkılap hareketi düşünülemez. Mustafa Kemal, Türk İnkılabı hareketini başarıyla gerçekleştirecek lider özelliklerine sahiptir.)

d)           Tertip, disiplin, plan ve program: (Fransız İnkılabı’nda başlangıçta belirli bir plan yoktur. Ancak dana sonra işler bir plan ve programa bağlanmıştır. Türk inkılabında ise başlangıçtan itibaren belirli bir plan, program ve disiplin mevcuttur. Mustafa Kemal ve arkadaşları ancak bu şekilde dünyaya örnek olacak Türk İnkılabı’na işlerlik kazandırmışlardır.

İHTİLAL: İhtilal de Arapça “hal” kelimesinden gelmektedir. Anlamı bozukluk, karışıklık, tahttan indirme demektir. Kavram olarak ihtilal: Bir devletin siyasi teşkilatını, kanuni şekillere hiç uymadan değiştirmek üzere zor kullanılarak yapılan geniş çaplı bir halk hareketidir.

            Görüldüğü üzere inkılap, gelişmeye, ilerlemeye yönelik bir değişikliği ifade ettiği halde, ihtilal, mevcut düzeni bozmaya, çökertmeye yönelik bir anlam taşır. Yani ihtilal bozulan, altüst olan düzenin yerine yeni bir düzenin oluşturulmasını kapsamaz. Sadece inkılabın bir evresini, hareketin yıkıcı olan kısmını teşkil eder. İhtilal, mevcut müesseselerin yıkımını; inkılap ise yeniden müesseseleşmeyi ifade eder. Türkiye’de ihtilal ve inkılap kavramları genellikle ayırt edilmemekte, ihtilal inkılabın yerine kullanılmaktadır. Bunun sebebi Türkçe de her iki kavramın da, Fransız İnkılabı’ndan sonra kullanılmış olmasıdır. 1789 Fransız İnkılabı, sıklıkla telaffuz edildiği gibi bir ihtilal değil, bir inkılaptır. Atatürk’ün deyimiyle 1789 hareketi, tam yüz yıl süren bir ihtilaller serisidir, sonuç itibariyle bir inkılaptır.

 

DEVRİM: Zaman zaman ihtilal ve inkılap kavramlarının yerine kullanılan “devrim” kelimesi, “devirmek” fiil kökünden türetilmiş olup, daha çok ihtilal anlamındadır. Burada inkılap kavramı yok sayılmıştır.

İSYAN: Sözlük anlamı itaat etmemek, emre boyun eğmemek, ayaklanmak demektir. Kavram olarak ise toplum içinde belirli bir grubun veya herhangi bir teşkilatın sınırlı amaç ve hedefini gerçekleştirmek üzere devlete karşı başkaldırma hareketidir.

            İsyan gelişme gösterebilirse ihtilale, ihtilal gelişme gösterebilirse inkılaba dönüşebilir. Fransız İnkılabı’nda bu böyle olmuştur. Türk İnkılabı’nda ise isyan ve ihtilal safhası yoktur. Mustafa Kemal’in İstanbul Hükümeti’ne karşı gelmesi bir isyan olarak nitelendirilemez. Çünkü ortada baş kaldırılacak bir devlet yoktur. Mondros Mütarekesi’ni imzalayan Osmanlı Devleti, bir devlette bulunması gereken unsurlardan millet unsuru dışındakileri kaybettiği için hukuken varlığını yitirmiştir.

HÜKÜMET DARBESİ: Mevcut iktidara karşı yapılan harekettir. Devletin emri altındaki resmi kuvvetlerden birinin, örneğin ordunun mevcut hükümeti devirip, iktidarı ele alması demektir. Hükümet darbeleri sadece iktidardaki kişileri değiştirirler. Toplumdaki sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel yapıya dokunmazlar.

REFORM (ISLAHAT): Fransızca olan Reform kelimesi, sözlük anlamı olarak düzeltme, iyileştirme anlamına gelmektedir. Osmanlı Devleti’nde reform karşılığı olarak Islahat deyimi kullanılmıştır. Geniş anlamda reform; toplumun ihtiyaçlarına cevap vermeyen kurumları, çağın ihtiyaçlarına ve şartlarına uygun olarak yeniden düzenlemektir. Reformlar o ülkenin hukuk düzenine uygun olarak yapılır. Değiştirilebilir, zorlayıcı değildir.

TEKAMÜL (EVRİM): Arapça, “Kamil” kökünden türemiş olup, ilerleme, gelişme, olgunlaşma anlamına gelmektedir. Evrim kavram olarak mevcut kurumun veya herhangi bir varlığın ideale, daha iyiye doğru gelişmesini ifade etmektedir.

RÖNESANS: Kelime anlamı yeniden doğuş demektir. İlimde, sanatta, fikirde, edebiyatta yeniden doğuşu ifade etmektedir.

TANZİMAT: Kelime anlamı düzene koymak, çekidüzen verme olup Türk Tarihinde bir devreyi ifade eden özel bir kelimedir.

 

Türk İnkılabı İle Fransız İnkılabı’nın Karşılaştırılması:

1) Fransız İnkılabı’nın önceki evrelerinde bir isyan ve uzun bir ihtilaller serisi vardır. Bir asırlık bir sürecin sonunda Fransa’daki olay inkılap haline gelebilmiştir. Türk İnkılabı’nda ise isyan ve ihtilal evresi yoktur. Türk inkılabında doğrudan inkılaba geçilmiştir.

2) Fransız İnkılabı kendi devleti içinde doğmuş, kendi yönetimine karşı gerçekleştirilmiştir. Türk İnkılabı’nın başlangıç noktası ise işgal güçlerine karşı bir Milli Mücadele hareketidir.

3) Fransız İnkılabı öncesinde ülkede bir fikri hazırlık mevcut olup, hareket fiilen tabandan tavana doğru gelişme göstermiştir. Türk İnkılabı’nı ise Mustafa Kemal başta olmak üzere üstteki yönetim kadrosu tavandan tabana doğru gerçekleştirmiştir.

4) Fransız İnkılabı’nı, Burjuva sınıfı başlatmış ve başarıya ulaştırmıştır. Ancak Türk İnkılabı, Türk toplumunda tarihin hiçbir döneminde imtiyazlı sınıflar oluşmadığı için herhangi bir sınıfa mal edilemez.

5) Türk İnkılabı, Fransız İnkılabı gibi uzun ve kanlı değildir.

 

TÜRK İNKILABINI HAZIRLAYAN SEBEPLER:

            Türkler’in tarih boyunca kurdukları en büyük devletlerden biri olan Osmanlı Devleti, dünyanın üç büyük kıtasında önemli topraklara ve stratejik noktalara sahip olup, yükselme döneminde devrinin tek süper devleti durumundadır. Bunun sebebi; uyguladığı bilinçli politika, disiplinli ve güçlü bir askeri teşkilata sahip olması, idari siyasetteki inceliği, adilane davranışı, taassuptan uzak ve hoşgörüye dayanan bir dini anlayışa sahip olmasıdır. Osmanlı Devleti’nin gelişmesi, yeni toprak kazançları elde etmesi gelişigüzel değil, bir program dahilinde ve bilinçli bir biçimde gerçekleşmiştir.

            Ancak daha sonraları Avrupa’da meydana gelen Rönesans, Reform, Fransız İnkılabı gibi gelişmeler, Avrupa’da da önemli değişikliklere yol açmış ve Batı Medeniyeti denilen, bugün hala varlığı ve gücü devam eden bir medeniyet doğmuştur. Avrupa’da yaşanan gelişmeler Osmanlı Devleti’nde olmamış, Yeni Çağ’ın bu en büyük dünya devleti, Yakın Çağ’da hızlı bir gerilemenin içine girmiş ve 20. yy’ ın başlarında çöküşle karşı karşıya kalmıştır. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına yol açan ve dış sebepleri şu şekilde irdelemek mümkündür:

 

A_İç Sebepler:

 

1. Mülki İdarenin Bozulması:

            Osmanlı Devleti, eski Türk hakimiyet anlayışına göre, veraset usulüyle tahta geçen hükümdarlarca yönetilmekte idi. Devletin başında Osmanlı Hanedanı’na mensup bir hükümdar vardı. Hanedan üyelerinden kimin hükümdar olacağı ile ilgili kesin çizgilerle belirlenmiş bir kural yoktu. Bununla birlikte Türk Örf Hukuku’na göre tahta geçiş, bir gelenek şeklinde bazı prensiplere bağlanmıştı. Buna göre; İktidar hanedan üyelerinin ortak malı idi. Başta bulunan hükümdar, kendisinden sonra tahta geçebilecek veliahtı tayin edebilirdi. Hükümdar eğer sağlığında yerine bir veliaht tayin etmemişse, bu durumda hükümdarın ölümünden sonra hanedan üyelerinin her biri gücü ve nüfuzu varsa, sonucuna katlanmak şartıyla taht üzerinde hak iddia edebilir ve mücadelesinde başarılı olması halinde iktidarı ele geçirirdi.

            Ancak daha sonraki yıllarda bu yöntem değiştirilerek yerine hanedanın en büyük erkeğinin tahta geçirilmesini öngören, “Ekberiyet yani yaşça büyük olma” sistemi getirildi. Bu sistem taht kavgalarını ve dolayısıyla kardeş kanı dökülerek devletin iç bunalıma itilmesini önlemiştir. Ancak iktidarı elde etmede sadece yaşın ölçü olması, şahsi yeteneklere bakılmayışı, yetersiz hanedan üyelerinin de devletin başına geçmesine yol açmıştır. Ayrıca Osmanlı Devletinin kuruluş döneminde uygulanan şehzadelerin sancaklara gönderilmesi anlayışı 18.yy. başlarında veraset sisteminin değiştirilmesi ile kaldırılmış, şehzadelerin sarayda tutulması, devleti yönetme alışkanlığından uzak, deneyimsiz padişahların ülkeyi kötü yönetmelerine neden olmuştur. Devleti iyi yönetemeyen, düşük seviyeli padişahların yönetime gelmesi de, yukarıdan-aşağıya doğru mülki idarenin tüm kademelerinde bozulmaya yol açmış, bu bozulma da Osmanlı Devleti’ni genel bir çöküntüye götürmüştür.


2. Ordu Teşkilatı’nın Bozulması:   

            Osmanlı ordusu başlangıçta yaya ve müsellem denilen atlılardan oluşan, savaş zamanlarında toplanan bir uç beyliği ordusu niteliğindeydi. Devletin kurulmasından sonra yaşanan gelişmelere paralel olarak ordu da yeniden teşkilatlandırılmıştır. Devlet tam anlamıyla kurulduğunda, Osmanlı kara ordusu Yeniçeri Ocağı (Kapıkulu) ve Tımarlı Sipahiler olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır.

            Yeniçeri Ocağı I. Murat döneminde kurulmuş olup, merkezde bulunan bir ordudur. II. Mahmut döneminde ocaktaki asker sayısı 100.000’i aşmıştır. Tımarlı Sipahiler ise toprak sistemine bağlı olarak memleketin çeşitli yörelerinde yetiştirilen askerlerdir. Devletin en güçlü olduğu dönemlerde, ordunun çoğunluğunu Tımarlı Sipahiler oluşturmaktadır. Ancak gerileme döneminden itibaren her iki askeri birlikte çağın gerektirdiği yeniliklere ayak uyduramamış, bunun sonucunda Osmanlı ordusu eski savaş gücünü yitirmiş, disiplinsiz, amirine başkaldıran, yeniliklere tavır alan bir insan topluluğu görünümüne bürünmüştür. Özellikle yeniçeri teşkilatı düşmandan çok kendi yönetimini ve halkını korkutan bir ordu haline dönmüştür.         

            Preveze deniz zaferiyle Akdeniz’in en üstün gücü haline gelen Osmanlı donanması ise 17. y.y.da gerilemiştir. Avrupa’daki gemi teknolojisine ayak uyduramayan Osmanlı donanması 19. y.y’da büyük ölçüde çökmüştür.

            Kara ve deniz kuvvetlerinden oluşan Osmanlı ordusunun devletin kuruluş dönemindeki gücünü devam ettirememesinin ve çöküntüye uğramasının nedenlerini şu üç maddede özetlemek mümkündür:

a) Osmanlı devletinin kuruluş yıllarındaki dinamizmini sürdürememesi. Buna bağlı olarak Osmanlı ordusunun gelişen Avrupa orduları karşısında yetersiz kalması

b) Avrupa orduları ateşli silahlarla donatılırken; Osmanlı devletinin bu konuda gerekli duyarlılığı gösterememesi. Yakın çağda dışarıdan modern silah alma çabalarının da sonuçsuz kalması

c) Gerileme döneminden itibaren uğranılan yenilgilerin orduda moral çöküntüsü yaratması. Bu çöküntünün tedbir alınarak giderilmesi yerine teşkilatın ihmal edilmesi.

            Bu sebeplerden dolayı çöküntüye uğrayan yeniçeri ocağı 1826’da  II. Mahmut tarafından kaldırılmıştır. Tımarlı Sipahi Sistemi’nin bozulmasında ise, bu teşkilatla doğrudan ilgili olan “dirlik” denen toprak sisteminin bozulması etkili olmuştur. Bir hizmet karşılığı verilen dirliklerin hakkı olanlarla değil de iltimasla rastgele şahıslara verilmesi tımarlı sipahi sisteminin de bozulmasına yol açmıştır.

            III. Selim ve II. Mahmut dönemlerinde yeni ordu düzenlemelerine gidilmişse de bu kolay olmamıştır. 20. yy başlarında dünya standartlarına yakın bir ordu oluşturulabilmiştir. Ancak siyasi çekişmeler bu ordunun da başarısını engellemiştir. Özellikle Balkan Savaşları’nda bu durum acı bir biçimde görülmüştür.

 

3. İlmiye Teşkilatı’nın Yetersiz Kalması:   

           

Osmanlı İlmiye Teşkilatı 15. ve 16. y.y’larda çağdaşlarına göre oldukça ileri seviyedeydi. Fatih Dönemi’nde Osmanlı Medreseleri gerek eğitim kadrosu, gerekse programı bakımından çok zengindi. Yükselme Devri’nin devlet adamlarını ve devlet kadrolarını yetiştiren Osmanlı İlmiye Teşkilatı 18. ve 19. y.y.lara gelindiğinde çok farklı bir mahiyet almış, Avrupa’daki ilmi gelişmeleri takip edemediği gibi, büyük program değişikliğine uğrayarak sahip olduğu zenginlikleri kaybetmiştir. Örneğin; Yakın Çağ Medreseleri program yönünden 15. y.y. Osmanlı medresesine göre çok gerilemiş ders programlarında pozitif ilimlere yok denecek kadar az yer vermiştir. Bu da devleti yönetecek kadroların kötü yetişmelerine neden olmuştur.

            Diğer taraftan medrese zamanla ilimle uğraşmayan bir kurum haline gelmiştir. Buna paralel olarak medrese siyasetle uğraşmaya başlamıştır. Bu durum medreseye hem itibarını hem de bağımsız hareket etme yeteneğini kaybettirmiş, onu siyasetin emrine sokmuştur. Medrese ilim yuvası,müderrislikte meslek olmaktan çıkmıştır. Medreselerin çöküşü medrese ile birlikte devleti ve toplumu da çöküşe sürüklemiştir. Medrese ne kendini yenilemeye teşebbüs etmiş ne de kendi dışında bir yeniliğe fırsat tanımıştır.

        Osmanlı ilmiye teşkilatı yönetim bakımından da bütünlük göstermemektedir. Okullar tek bir elden yönetilmemekte, farklı kurumlara bağlı olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Yabancıların kurdukları azınlık okulları da eğitimde ayrı bir karışıklık yaratmaktadır.

          Yakın Çağ’da özellikle 2. Mahmut devrinde eğitim ile ilgili reformlar yapılmaya çalışılmıştır. Ancak bu reformlar eğitimde ikiliğe yol açmış, bu durum cumhuriyet dönemine kadar sürmüş.

 

4. Adalet Sisteminin Çökmesi:

 

            Adalet kurumu, Osmanlı Devleti’nin sınırlarının genişlemesinde büyük rol oynamıştır. Osmanlının adalet sistemi ve anlayışı devletin güçlü olduğu dönemlerde, değişik toplumlar arasında büyük ilgi uyandırmıştır ancak, 19. y.y.da adalet sisteminde adaletin yerini rüşvet, adam kayırma ve menfaat almıştır. Adalet sisteminin çökmesi hukukun üstünlüğü anlayışının yıkılması Osmanlı Devleti’ni hızla çöküntünün eşiğine getirmiştir.

 

5. Ekonomik Yapının Bozulması:

 

            Osmanlı ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayanıyordu. Dirlik Sistemi içerisinde toprağı işleyenleri gelirlerine göre vergilendiriyordu. Osmanlı Devleti, yükselme devrinde çok iyi işleyen bir maliye sistemine sahipti. 16 y.y.da da ekonomik yönden Osmanlı Devleti güçlüdür. Ancak daha sonraki yıllarda diğer alanlardaki çöküşe paralel olarak ekonomik alanda da hızlı bir çöküş yaşanmıştır. Ekonomik alanda çöküşün başlıca sebepleri şunlardır:

 

a.                              Başlangıçta Fransa’ya daha sonra diğer Avrupa devletlerine verilen kapitülasyon denilen ticari imtiyazların Osmanlı Devleti aleyhinde gelişme göstermesi.

b.                              Batıdaki sanayii inkılabının Osmanlı Devletin’de gerçekleştirilememesi, sanayii ürünlerinin yerli Osmanlı el sanatlarını ezmesi ve eritmesi

c.                              Kaybedilen savaşlar sonucunda ödenmek zorunda kalınan tazminatlar ve artan askeri giderler

d.                              Dışarıdan alınan dış borçların ödenememesi sonucunda kurulan düyunu Umumiye Teşkilatı

e.                              Artan rüşvet ve su istimal olaylarının devlet adamlarının bu sorunu çözememeleri

f.                                Ekonomiyi yönlendirecek insan unsurunun yetiştirilmemesi

g.                              Sömürgecilik hareketinin sonucunda İspanyolların güney Amerika’dan getirdikleri altınlar yüzünden Avrupa’yı sarsan enflasyonun Osmanlı devletini de etkilemesi

h.                              Dirlik sisteminin bozulması yüzünden tarım faaliyetlerinin aksaması ve devletin vergi kaybına uğraması

i.                                Coğrafi keşifler sonucu dünya ticaret yollarının değişmesi ve Osmanlı Devleti’nin daha önce elinde tuttuğu ticari avantajları kaybetmesi

 

6. Azınlıkların Osmanlı Devleti Aleyhindeki Faaliyetleri:

 

            Osmanlı Devleti’nin idaresi altında değişik din ve milliyetlere mensup topluluklar yaşamaktaydı. Bu toplulukların her biri Osmanlı çatısı altında yaşamaktan memnundu.Ancak yakınçağda Avrupalı devletlerin güçlenmesi ve Osmanlı azınlıkları azınlıkları ile ilgilenmeye başlaması,bu toplulukların her birinin Osmanlı Devleti aleyhinde din ve milliyetçilik unsurları etkin rol oynamıştır.Fransız ihtilali ile yayılan milliyetçilik fikrinin etkisi ve Rusların kışkırtması ile önce Balkan milletleri bağımsızlık hareketleri izlemiştir.Dolayısıyla azınlıklar Osmanlı Devletinin içten çökertilmesinde etkili olmuşlardır.

           

B_DIŞ SEBEBLER:

 

            1-_Batıdaki Coğrafi Keşifler, Rönesans ve Reform Hareketleri ve Bunların Osmanlı Devlet üzerindeki Etkiler:

 

            Osmanlı Devleti kuruluşundan kısa bir süre sonra hızla yükselerek, çağının en güçlü devletlerinden biri olmuştur. Dünyanın önemli ticaret yollarını kendi kontrolü altında bulunduran Osmanlı Devleti ekonomik açıdan da güçlüdür.Haçlı Seferleri’nden itibaren Doğu dünyasını ve onun zenginliklerini tanıyan Avrupalılar hep o zenginliklere kavuşmayı düşünmüşler, bunun içinde bilimsel araştırmalara yönelmişlerdir.Bilimi kilisenin dar kalıplarında çıkararak, gözlem ve deneye dayandıran Avrupalılar yeni icatlar ortaya koymuşlardır.Bu bağlamda pusulanın bulunması, gemi yapım tekniğinin geliştirilmesine ve açık denizlere kolaylıkla çıkılmasına imkan sağlanmıştır.Dünyanın şekli konusunda ortaya atılan doğru bilgiler ispatlanmış, bu bilgilerin ışığı altında çizilen haritalarla Avrupalı denizciler dünyanın başka kıtalarına ulaştırmıştır.Böylece Osmanlı Devleti’nin kontrolü altında olan ticaret yolları kullanılmaz hale gelmiş, bu durum Osmanlı Devleti’nin ekonomik üstünlüğünü yitirmesine yol açmıştır.Bunun yanı sıra Amerika kıtasının keşfedilmesi, buradaki yer altı zenginliklerinin Avrupa’ya aktarılması Osmanlını para düzenini bozmuştur.Avrupalı tüccarlar Osmanlı Devleti’nin ürettiği hammaddeyi daha fazla gümüş para vererek alması, o dönemdeki paranın değer kaybetmesine yol açmıştır.Ülkedeki para bolluğu enflasyonu doğurmuştur.Bu da altın fiyatlarını yükseltmiş, hayatı güçleştirmiştir ve sanayiinin gelişmesini engellemiştir.

 

            2-Kapitülasyonlar ve Osmanlı Devleti Üzerindeki Etkileri :

 

            Kapitülasyon; yabancı bir devlet uyruğunun oturduğu ve iş yaptığı ülkede, o ülkenin vatandaşlarına tanınmayan bazı ayrıcalıklarda yaralanmasıdır. Bu ayrıcalıklar ticari, ekonomik, kültürel v.b olabilir Osmanlı Devleti’nin Kanuni döneminde Fransızlara verdiği kapitülasyonlar ticari nitelik taşımaktadır. Buna göre Osmanlı Devleti’nin de ticaret yapacak olan Fransız tüccarları on yıl vergi vermeyecekler, malların değeri üzerinden %3 gümrük alınacak, Fransızlar arasında çıkacak ticari anlaşmazlığa, anlaşmazlığın çıktığı yerdeki Fransız Konsolosu bakacak, taraflardan biri Türk ise sorunu Osmanlı kadısı Fransız elçilinin bir görevlisinin gözetiminde çözecektir.

 

Kanuni’nin ölümünden sonra bu ayrıcalıklar yenilenmiştir.Yenilenirken vergi muafiyeti süresiz olarak uzatılmıştır.Fransa’ya tanınan bu ayrıcalıklardan zamanla bütün Avrupa devletleri yararlanmışlardır.

 

 Avrupa’da teknolojik gelişim hızla ilerleyip,Sanayi İnkılabı yapılarak,üretim maliyeti düşürülmüş,fabrikasyon üretime geçilerek,mal miktarı çoğaltılmıştır.Bu gelişme Batılılar için,ucuz hammaddesi,kabalık nüfusu,kapitülasyonların kendilerine sağladığı düşük gümrük gelirleriyle Osmanlı Devletin’i cazip bir pazar haline getirmiştir.Avrupa’da fabrikalarda üretilen mallar,Osmanlı pazarına sürülünce,korumasız,zayıf Osmanlı sanayisi bunlarla rekabet edememiş ve büyük darbe yemiştir.

 

 Osmanlı devlet adamlarının,kapitülasyonların zararlarını örtmek için,sanayi yi koruyucu önlem almak amacıyla gümrük vergilerini artırma istekleri,büyük tepkilere yol açmıştır.Kapitülasyonlardan kurtulmak isteyen Osmanlı Devleti’nin bu yoldaki çabaları sonuç vermemiştir..Öyle ki,I.Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’nin yanında yer alan Almanya ve Avusturya-Macaristan kapitülasyonların kaldırılmasına,diğer devletlerden daha fazla tepki göstermişlerdir.Türkiye ancak Lozan da kapitülasyonlardan kurtulabilmeyi başarmış ve Türk Sanayiini korumayı gerçekleştirmiştir.

 

 3.Sanayi İnkılabı ve Osmanlı Devleti Üzerindeki Etkileri:

 

      Sanayi İnkılabı,buhar gücünün bulunması,bu gücün üretimde kullanılmaya başlanması sonucunda ortaya çıkan üretimin basit el aletleri ile pahalıya ve yavaş yapılması uygulamasının terk edilmesi,üretimin fabrikalarda hızlı ve ucuza gerçekleştirilmesi olayıdır.Yani Sanayi İnkılabı üretimde basit el aletlerinin yerini,makinenin almasıdır.Sanayi İnkılabı,”Globalleşme” denilen,pazarları ve üretimi dünya boyutuna taşıyan ekonomik dönüşümün de başlangıcını teşkil etmektedir.

 

       Sanayii İnkılabı küçük sermayeden,büyük sermayeye,yani kapitalizme geçilmesini sağlamış,küçük sanayii kuruluşlarının yıkılması,ucuz ve bol üretimi dünya ticaret dengesini değiştirmiştir.Sanayii İnkılabı ile birlikte Avrupa’da hammadde ve Pazar problemi yaşanmıştır.Bu problem batılı ülkeleri hem milli sınırları içinde,hem de sömürgelerinde koruyucu tedbirle almaya ve yeni pazarlar bulmaya zorlamıştır.Kalabalık nüfusu,yer altı ve yerüstü zenginlikleriyle Osmanlı Devleti bu açıdan Batılılar için önemli bir Pazar niteliği taşımıştır.Osmanlı Devleti’nin Sanayii İnkılabı’ndan olumsuz yönde etkilenmemek için alması gereken önlem yüksek gümrük uygulayarak Avrupa mallarına karşı yerli sanayisini korumak ve sanayiini çağdaş teknolojiyle güçlendirerek,Batı malları ile rekabet edebilecek duruma getirmektir.Ancak bunların hiçbiri yapılmadığı için Osmanlı Devleti,Sanayii İnkılabı’ndan olumsuz yönde etkilenmiştir.

 

       Mal üretimi çoğaldıktan sonra,artık kapitülasyonların tanıdığı ayrıcalıkları da yeterli görmeyen Batılılar,Osmanlı Devleti’nin uyguladığı ticaret yasaklarından,tekel uygulamalarından şikayetçi olmaya başlamışlardır.İngilizler,Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşanın çıkarttığı isyan ortamından faydalanarak,1838 Ticaret Antlaşmasıyla bu şikayetlerden kurtulma imkanını elde etmiş,bunu diğer büyük Batılı   devletler izlemiş ve ülke adeta bir yarı sömürge ağı içine düşmüştür.Avrupa malı ucuz ve bol miktarda Osmanlı pazarına girerken,Osmanlı ülkesindeki hammadde daha ucuza yurt dışına çıkarılmış,bu da yerli sanayiinin gelişmesini engellemiştir.

 

 Osmanlı Devleti’nin savaşlar yüzünden mali durumunun bozulması ve izlediği yanlış ekonomik politika,Onu Batılı devletlerden borç almaya zorlamıştır.Alınan borçlar yerinde kullanılmadığı için,devlet bu paraların faizlerini bile ödeyememiş ve iflas ettiğini açıklamıştır.Batılıların,Osmanlı Devleti’nden alacaklarını tahsil etmek gayesiyle 1881’de kurulan Duyun-u Umumiye Teşkilatı,devletin gelirlerinin önemli bir bölümünü el koydurmuştur.Bu da Osmanlı Devleti’nin mali bağımsızlığını yitirmesine neden olmuştur.Osmanlı Devleti’nin bu şekilde borçlanması yabancı müteşebbise yaramış,Türk müteşebbisler ya tamamen ortadan silinmiş,ya da yabancılarla anlaşarak çalışmalarına devam etmek zorunda kalmışlardır.Bunun sonucunda demiryolu,limanlar,elektrik-havagazı,su ve maden ocakları hep Avrupalı işletmeciler tarafından işletilmiştir.amacı kar etmek olan bu şirketler,milli kaynakları rasyonel olmayan bir şekilde kullanarak zenginleşirken,ülke kaynaklarını kurutmuşlardır.

 

 4.Fransız İnkılabının Osmanlı Devleti Üzerindeki Etkileri:

 

            Fransız İhtilali birden ortaya çıkmış bir olay değildir.Fransız İhtilalin’e yol açan gelişmeleri Ortaçağın karanlıklarında aramak lazımdır.Ortaçağ Avrupa’sında insanların düşünce yapısına dinin katı kuralları egemendi.(Skolastik Düşünce Sistemi)Avrupalı Rönesans ile kiliseyi kendi kabuğuna çekilmeye mecbur ederek,bilimde,teknikte,kültürde ve güzel sanatların her dalında hür düşünmek imkanı elde etmiştir.Ancak Rönesans ve Reforma rağmen Avrupa insanı hala siyasi hürriyetini yakalayamamıştır.Avrupa’da insanların siyasi haklarını elde edebilme yönetime katılabilme,kendilerini yönetecek olan kişileri belirleyebilme arayışları sınıf mücadelelerinin yaşandığı ve halkının çok kötü yönetildiği Fransa’da başarıya ulaşmış ve Fransız İhtilali ile Fransız insanı kralın mutlak otoritesini kırmış,temel hak ve hürriyetlerini elde etmiştir.

 

            Fransız İnkılabı ile ortaya çıkan fikir akımlarından biri olan liberalizm;tüm insanların eşit olması lazım geldiği,her insanın anayasal çerçevedeki temel hak ve hürriyetlerine sahip olması icap ettiği anlayışını benimser ve kralın yetkilerinin daraltılmasını,vatandaşların da yönetime katılmaları anlayışını kabul eder.Liberalizm,ekonomide de benimsenmiştir.

 Fransız İnkılabı ile ortaya çıkan ikinci fikir akımı ise Liberalizmin(Kişi Hürriyeti),milletlere uyarlanmış şekli olan,bir devletin egemenliği altında yaşayan millet veya milletlerin hür ve bağımsız olması lazım geldiği anlayışını savunan Nasyonalizm(Milli bağımsızlık veya Milliyetçiliktir)’dir.

 

 Böylece Fransız İhtilali sonucunda ortaya çıkan Liberalizm ve Nasyonalizm anlayışı ile baskıcı,eşitliğe dayanmayan,devlet anlayışı Fransa’da kuvvet yoluyla yıkılmıştır.

 Fransa’da mutlakıyetin sonunu getiren bu gelişme,Avrupalı mutlak kralları korkutmuştur.Fransız Kralının başına gelenleri yaşamak tahtını iktidarını kaybetmek istemeyen Batılı krallar,İhtilal Fransa’sına savaş ilan ederek  Fransa Kralının başını yiyen bu fikir hareketlerini Fransa’da etkisiz hale getirme yoluna gitmişlerdir.Ancak cephelerde Avrupalı askerlerin,Fransız askerlerinden eşitlik,özgürlük gibi kavramları duymaları,olayı tersine çevirmiştir.Avrupalılar krallarına yönelerek,Fransızların sahip oldukları hak ve özgürlükleri onlardan talep etmeye  başlayınca 1815’de Fransa ile savaşa son verilmiş Avusturya Başkanı Meternick’in öncülüğünde toplatılan Viyana Konferansı’nda Avrupa’da filizlenmeye başlayan eşitlik,özgürlük fikirlerine karşı ortak ve etkili mücadele kararı alınmıştır.Avrupa’da kralların iktidarlarını koruyabilmek için halka karşı şiddet kullanmaya yönelmeleri yıllar boyu sürecek iç savaşlara yol açmıştır.1818-1848 yılları arasında çıkan ayaklanmalar sonucunda Avrupalı halk,kralların otoritesini yenmiş ve böylece Avrupa’da da mutlakıyetçi devlet yapısı terkedilmiştir.

 

 Böylece Fransız İnkılabı önce Fransa’nın sonra Avrupa’nın daha sonra da tüm dünyanın siyasi,hukuki ve toplumsal yapısını değiştirecek bir düzenin temellerini atmıştır.Bu düzenin dayanakları;her vatandaşın özgür olduğu,yasalar karşısında eşit haklara sahip bulunduğu,milletin kendi kendisini yönetmesi(yani demokratik bir düzen),bu düzenin temel yapısını belirleyen anayasaların yapılması,devletin laikleştirilmesi ve milliyetçi bir niteliğe büründürülmesidir.

           

            Fransız İhtilali sonucunda ortaya çıkan Nasyonalizm (Milliyetçilik) kavramı,çok milletli devletlerin parçalanmalarına yol açmıştır.Nasyonalizmden en çok etkilenen devletlerden biri de Osmanlı Devletidir.Fransız İhtilalinin getirdiği milliyetçilik anlayışı Osmanlı topraklarında yaşayan azınlıkları harekete geçirmiş,Osmanlı Devletini çökertmek isteyen dış güçlerin kışkırtmaları sonucu Sırplar,Rumlar,Bulgarlar,Romenler ayaklanmışlardır.Bu ayaklanmaları bastırmak Osmanlı Devletini ekonomik yönden sarstığı gibi,siyasi açıdan da büyük devletlerin Osmanlıların iç işlerine karışmalarına yol açmıştır.Bu milletlerin önce özerklik,daha sonra da bağımsızlıklarını kazanmaları,Osmanlı Devletinin giderek küçülmesine neden olmuştur.

 

 Fransız İnkılabının Osmanlı Devleti üzerindeki bu olumsuz etkisine karşın,bu olay Türk İnkılabı düşüncesinin doğmasında etkin rol oynamıştır.Fransız İnkılabı sonucunda azınlıkların milliyetçilik anlayışını benimsemeleri,Türklere de örnek teşkil etmiş,Türkçülük yani milliyetçilik anlayışı doğmuştur.Demokrasi,anayasa,özgürlük gibi kavramları Türk aydını da tanımış,Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları bu kavramların etkisi altında yetişmiş ve Kurtuluş Savaşıyla çağdaş Türk Devletini kurmuşlardır.

 

OSMANLI DEVLETİNİN JEOPOLİTİK KONUMU

 

      Jeopolitik;( Jeo:Yer-Politik:Siyasi)Ekonomik,coğrafi,siyasi,kültürel vb. unsurların bir ülkenin dış politikasına etkisini inceleyen bilim dalıdır.Günümüzde olduğu gibi geçmişte de Anadolu,dünya güç dengelerini etkileyecek sürekli çıkar çatışmalarının odak noktasını oluşturmuştur.Çünkü Anadolu,Avrupa-Asya-Afrika kıtalarını kontrol altında tutabilecek önemli bir noktada bulunmaktadır.Türkiye dünya üzerindeki konumu dolayısıyla Avrupa,Asya ve Afrika kıtalarının düğüm noktası olarak nitelendirilen Akdeniz ve Ortadoğu’nun Doğu-Batı ve Kuzey-Güne-y ekseni üzerinde bir köprü özelliğine sahiptir.Yine Türkiye konumu nedeniyle farklı özelliklere sahip Avrupa,Asya ve Afrika ülkelerinin fiziki,sosyo ve ekonomik mihverleri üzerinde çakışmakta,başka bir ifade ile mihverler Türkiye’den geçmektedir.Ayrıca Türkiye’nin tüm kara,deniz ve hava sahası;Avrupa ve Asya’dan;Ortadoğu,Basra Körfezi ve Afrika’ya stratejik düzeyde kuvvet intikali için lüzumludur.

 

 Tüm bu özellikleri Ona dünya güç merkezleri için mutlak kontrol edilmesi ve elde bulundurulması gerekli bir hedef olma niteliği kazandırmaktadır.Ayrıca bu bölgenin boğazlara sahip olması dolayısıyla Doğu Akdeniz ve Basra Körfezine hükmetmede büyük bir avantaja sahip olması imkanını yaratmaktadır ki bu da bu topraklarda kurulu olan devletin stratejik önemini artırmaktadır.Günümüzde Türkiye’nin geçmişte de Osmanlı Devleti’nin jeopolitik,jeostratejik değeri onun hassas coğrafi konumundan kaynaklanmaktadır.Günümüzde Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik değeri artarak devam etmektedir.Yeni dünya düzenini oluşturmaya çalışan büyük güçlerin Balkanlar,Kafkaslar,Ortadoğu ve Orta Asya’da söz sahibi olabilmek için Türkiye’ye büyük önem vermeleri bunun göstergesidir.

 

Büyük Devletlerin Osmanlı Devleti Üzerindeki Emelleri

 

 Yakınçağ da Osmanlı siyasi literatürüne “Düvel-i Muazzama” olarak geçen büyük devletler;İngiltere,Rusya,Fransa,Almanya,ABD,İtalya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğudur.Bu devletlerin Osmanlı toprakları üzerindeki emelleri şöyledir:

 

 1.İngiltere’nin Osmanlı Devleti Üzerindeki Emelleri:

 

 Türklerin İngilizler ile ilk karşılaşmaları Haçlı Seferleri ile başlar.İngilizler,Osmanlı Devleti üzerine Haçlı Seferleri’ne katılarak Niğbolu’da Türklerle savaşmışlardır.Görüldüğü gibi Türk-İngiliz ilişkileri düşmanca başlamıştır.Bu düşmanlığın sebebi,büyük ölçüde din farklılığıdır.1453’te İstanbul’un Türkler tarafından fethi üzerine,Papanın çağrısı ile İngilizler Türklerle olan ticari ilişkilerini kesmişlerdir.XVI.yüzyılın ortalarında İngiliz-İspanyol rekabeti,İngilizleri Türklerle yaklaştırmış ve İngilizler XVII.yüzyıl boyunca İspanya-Fransa ve Portekiz ile olan sömürgecilik rekabeti ve Türkiye’deki karlı ticaret sebebiyle Osmanlı Devleti ile iyi ilişkiler kurmaya özen göstermiştir.Bu iyi ilişkiler XVIII.yüzyılın sonuna değin devam etmiştir.XIX.yüzyılda ise İngiltere,Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü savunan bir politika izlemesi Hindistan meselesi ile ilgilidir.İngiltere ancak kendi etkisi altındaki bir Osmanlı Devleti sayesinde,en önemli sömürgesi olan Hindistan’a uzanan yolları güven altında tutabilirdi.Fransa’nın 1798’de Mısır’a saldırması,Rusya’nın boğazlara hakim olma arzusu İngilizleri,Hindistan’a giden ve Osmanlı egemenliğinde olan yolları,bu güçlü devletlere kaptırmaktansa,kendisinin yardımıyla güçlenecek bir Osmanlı Devleti’nin bırakmaya zorlamıştır.Osmanlı Devletini yardımlarıyla Rusya’ya ve Fransa’ya karşı ayakta tutmaya çalışan İngilizler,bunun karşılığı olarak da Osmanlı Devletini Pazar olarak kullanmışlardır.1877-78 Osmanlı-Rus savaşını Osmanlı Devleti’nin kaybetmesi,İngilizleri Osmanlı Devletine yönelik politikalarını tekrar gözden geçirmeye zorlamıştır.Osmanlı Devleti’nin bir türlü güçlenemediğini,kendi bağımsızlığını koruyamayacak kadar zayıfladığını düşünen İngilizler,Osmanlı Devleti’ne verdiği desteği çekerek,onu yıkma politikalarını uygulamaya koymuşlardır.İngilizlerin bu yeni politikalarını uyguladıklarının iki önemli kanıtı vardır: 1)İngilizlerin 1878’de Kıbrıs’a asker çıkarmaları ve Mısır’ı işgal etmeleri. 2)Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti’nin kurulmasına öncülük etmeleri.

 

 2.Rusya’nın Osmanlı Devleti Üzerindeki Emelleri:

 

Çar I.Petro ile Rusya dış siyasetinde ilk denizlere açılma politikasını uygulamaya koyulmuştur.Boğazlardan geçerek,sıcak denizlere inmeyi ve Rusya’yı denizlere hakim bir ülke konumuna getirmeyi hedefleyen Çarlık Rusya’sı,XVIII.yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti aleyhinde bir büyüme ve gelişme göstermiştir.XVIII.yüzyılda Osmanlı Devleti henüz Rusya’ya karşı koyabilecek güçtedir.XIX.yüzyılda iyice zayıflayan ve Rusya’ya karşı tek başına mücadele demeyecek duruma düşen Osmanlı Devleti,bu yüzyılda da Rusya ile çıkarları çatışan İngiltere,Fransa,Avusturya gibi ülkelerle zaman zaman işbirliğine giderek bu güçlü düşmanına karşı varlığını koruyabilmiştir.

 

 Milli Mücadele sırasında Rusya kendi çıkarları yüzünden Türkiye’ye maddi destek sağlamışsa da,Rusya hiçbir zaman Türk toprakları üzerindeki emellerinden vazgeçmemiştir.Montrö Boğazlar Sözleşmesi görüşmeleri sırasındaki tavrı bunun delilidir.Türkiye 1946’da Rus tehdidine karşı NATO’ya girmiştir.

 

 3.Fransa’nın Osmanlı Devleti Üzerindeki Emelleri:

 

            Türk-Fransız ilişkileri de Haçlı Seferleriyle başlamıştır.İngiltere’nin Osmanlı toprakları üzerindeki en önemli emeli,Orta doğuya özellikle de Suriye ve Lübnan’ı ele geçirebilmektir.Fransa özellikle Tanzimat sonrası kültürel alandaki Batılılaşma çalışmalarımızda toplumumuz nazarında model bir ülke olmuştur.Ancak bütün bunlar Fransızların,Osmanlı Devleti aleyhindeki politikasını değiştirmemiştir.I.Dünya Savaşı sırasında Osmanlı topraklarının İtilaf Devletleri arasında paylaşımı gayesiyle yapıla gizli antlaşmalara Fransa da katılmış ve kendisine büyük bir pay verilmiştir.

 

 4.Avusturya-Macaristan’ın Osmanlı Devleti Üzerindeki Emelleri:

 

Bu devlet de yükselme döneminden itibaren Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki en büyük rakibidir.XVI. ve XVII:yüzyıllarda Osmanlı Devleti Avusturya’ya üstünlüğünü kabul ettirmiştir.1683 yılında Osmanlı Devleti’nin Avusturya karşısında uğradığı Viyana bozgunu ile Osmanlı karşısında güçlü duruma geçmiş,zaman zaman Rusya ile ortak hareket ederek Osmanlıyı Avrupa’dan atmaya çalışmıştır.Daha sonra dikkatini Balkanlar üzerine yoğunlaştıran Avusturya,bu bölgeden Ege’ye uzanmak istemiştir.Bu dönemde benzer emeller taşıyan Rusya ile Balkanlar’da menfaatleri çatışan Avusturya,1908’de Bosna-Hersek’i Osmanlı Devletinde almıştır.Bundan sonraki siyasi ve askeri olaylarda Avusturya,Almanya ile birlikte hareket etmiş,onun adeta tabii müttefiki olmuştur.Bu yüzden de Avusturya,I.Dünya Savaşı’nda Almanya ve Osmanlı Devleti ile aynı ittifakın içinde yer almıştır.I.Dünya Savaşı sonunda Avusturya-Macaristan da Osmanlı Devleti gibi parçalanmıştır.

 

 5.Almanya’nın Osmanlı Devleti Üzerindeki Emelleri:

 

1871’de Prusya’nın önderliğinde milli birliğini tamamladıktan sonra,takip ettiği siyasi ve iktisadi politikalar sayesinde Avrupa’nın en güçlü devletlerinden biri olmayı başaran Almanya’nın Osmanlı Devleti ile doğrudan sınır komşuluğu yoktur.Bu nedenle Almanya’nın,Osmanlı topraklarını ele geçirmeye yönelik politikası olduğu söylenemez.1878’de İngiltere’nin,Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruma politikasını sona erdirmesi İngiliz donanmasını Basra Körfezi’nde kontrol altında tutmak isteyen Almanya’nın,Osmanlı Devletine yakınlaşmasına neden olmuştur.Almanya bu sayede hem Türk topraklarından geçerek,Kızıldeniz ve Hint Okyanusuna kadar olan toprakları,İngiliz İmparatorluğu’nun sömürge yollarını kontrol etme imkanını elde ediyor,hem de Osmanlı Devleti’nden ekonomik ve siyasi çıkarlar sağlamayı hedefliyordu.Bu ilişkiler çerçevesinde Berlin-İstanbul-Bağdat demiryolu projesinin yapılmasına başlanmış,bu proje İngilizleri oldukça rahatsız etmiştir.Türk-Alman yakınlaşması I.Dünya Savaşı sırasında da sürmüş Osmanlı Devleti gücüne hayranlık duyduğu Almanya’nın yanında yer alarak,I.Dünya Savaşı’nın bitimi ile tarihi ömrünü tamamlamıştır

 

 6.İtalya’nın Osmanlı Devleti Üzerindeki Emelleri:

 

 İtalya da Almanya gibi milli birliğini XIX.yüzyılın ikinci yarısında tamamlamış bir devlettir.Sanayileşmesini tamamlayamadığı için,şansını Osmanlı topraklarında denemek istemiştir.Bu doğrultuda hareket eden İtalya,Osmanlı egemenliğindeki Trablusgarp ve Bingaziyi sömürge olarak kullanabilmek amacıyla 1911’de Osmanlı Devleti’ne savaş açmış,bu topraklara asker çıkarmıştır.Ardından Rodos ve 12 Adayı işgal etmiştir.1912’de Trablusgarp Savaşı sonucunda imzalanan Qundy (Uşi) Antlaşmasıyla,İtalya hedefine ulaşmış,Trablusgarp ve Bingaziyi kendi sömürgesi yapmıştır.

 

I.Dünya Savaşı sırasında,Osmanlı Devleti karşısında İtilaf Devletleri safında yer alan İtalya,Türk topraklarının paylaşımını öngören gizli antlaşmalara katılmış,kendisine İzmir’in verilmesi benimsenmiştir.Ancak Paris Barış Konferansı kararıyla İtalyanların yerine İzmir’e Yunanlıların çıkartılması,İtalyanları İtilaf Devletlerine kırgın hale getirmiştir.Bu yüzden İtalyanlar,Kurtuluş Savaşı’nda diğer devletler gibi karşı tavır almamışlardır.

 

 7.ABD’nin Osmanlı Devleti Üzerindeki Emelleri:

 

İlk Amerikan Konsolosluğu 1824’de İzmir’de açılmış,başlangıçta kültürel amaçlara yönelik olan ABD-Osmanlı ilişkileri giderek ekonomik alana yönelmiş ve 1830’da ABD ile bir ticaret antlaşması imzalanmıştır.Dış politikasında 1823’de kabul ettiği Monröe Doktrini’ni uygulayan ABD kendi kıtası dışındaki olanlarla pek ilgilenmemiştir.Ancak Monröe Doktrini’nin varlığına rağmen,ABD zaman zaman başka ülkelerin sorunlarına karışmış (Örneğin:Ermeni Meselesi)bu da iki ülke arasındaki ilişkilere bazen gölge düşürmüştür.Amerika’nın Türkiye ile ilgili dış politikası,I.Dünya Savaşı’nın ardından ağırlık kazanmıştır.ABD Başkanı Wilson Barış Prensipleri’nin 12.maddesi,Osmanlı Devleti ile ilgilidir.Ancak Türklerin lehine olan bu madde diğer devletler tarafından uygulanmamıştır.

 

ŞARK MESELESİ

 

 1815 Viyana Konferansı’nda Batılıların ortaya attığı Şark Meselesi’nin kökü çok eskilere dayanmaktadır.Avrupa’yı oldukça uğraştıran Şark Meselesini iki safhada incelemek mümkündür.Şark Meselesinin birinci safhası 1071-1683 yılları arasındaki devredir. Bu safhada Avrupalılar savunmada, Türkler ise taarruz halindedir. 1071_1683 yılları arasında Şark Meselesi’nin esasları şunlardır:

 

1.                              Türkleri Anadolu’ya sokmamak.

2.                              Türkleri Anadolu’da durdurmak.

3.                              Türklerin Rumeli’ye geçişini engellemek.

4.                              Türklerin Balkanlar üzerinden Avrupa’ya ilerleyişine engel olmak.

 

   Şark Meselesi’nin bu hedeflerine rağmen Türkler Anadolu’ya girmiş, yerleşmiş, Rumeli’ye geçmiş, Balkanları tamamen zaptetmiş ve 1683’de Türklerin Viyana önlerinde yenilmesiyle Şark Meselesi’nin birinci safhası kapanmış, ikinci safhası açılmıştır.

 

     Şark Meselesi’nin ikinci safhasında ise Türkler savunmada, Avrupalılar ise taarruzdadır. 1920 yılına kadar süren Şark Meselesi’nin bu safhada gelişmesi şu seyri izlemiştir :

           

1.                              Balkanlardaki Hıristiyan milletleri Osmanlı hakimiyetinden kurtarmak.

2.                              Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyanların haklarını korumak amacıyla, Osmanlı Devleti’nin iç işlerine müdahale etmek

3.                              Türkleri Balkanlardan tamamen atmak

4.                              İstanbul’u Türklerden geri almak.

5.                              Osmanlı Devleti’nin Asya’daki topraklarında yaşayan Hıristiyan azınlıkların bağımsızlıklarına kavuşmalarını sağlamak. (Ermeniler)

6.                              Anadolu’yu paylaşarak, Türkleri Anadolu’dan çıkartıp, Orta Asya’daki yurtlarına sürmek.

 

    Şark Meselesi’nin 1920’ye kadar süren safhasında Batılılar başarılı olmuşlardır. Tırablusgarp  Savaşı ile İtalyanlar Kuzey Afrika’ya yerleşmiş, Balkan Savaşları ile Osmanlı Devleti Balkanlarda büyük toprak kaybına uğratılmış, Osmanlı topraklarında yaşayan azınlıklar bağımsızlıklarını kazanmada başarılı olmuşlar, Ermeniler ayaklanma çıkartarak, Osmanlı Devleti’ni içten çökertmişler, 1. Dünya Savaşı sırasında yapılan gizli antlaşmalarla Türk toprakları büyük devletler arasında paylaşılmış, Mondros Mütarekesi’nden sonra İtilaf Devletleri bu paylaşıma uygun olarak Türk topraklarını işgal etmişlerdir. Sadece İstanbul’un işgali Çanakkale Savaşları sırasında M. Kemal’in çabalarıyla önlenmiştir. Şark Meselesi projesini son anda iflasa sürükleyen gelişme, Anadolu’da M. Kemal’in önderliğinde Milli Mücadele harekatının başlatılması ve başarıya ulaştırılmasıdır.

 

    Genel tanımıyla Müslüman Türkleri Balkanlardan ve Anadolu’dan atmayı hedefleyen Şark Meselesi, Lozan Antlaşması ile iflas etmiştir.

 

 19. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nde Yenilik Hareketleri

 

    18. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı Devleti’nde planlı ve programlı bir ıslahat hareketinden söz etmek mümkün değildir. Devletin kötüye giden durumu karşısında, bu gidişatı durdurmak için alınması gereken tedbirler hakkında bazı raporlar hazırlanmış, ancak bu teşebbüsler bilinçli bir kadroya dayanmadığı ve kişiler bağlı kaldığından başarılı olamamıştır.

 

    Karlofça Yenilgisi ile birlikte Osmanlı yöneticilerinin ve aydınlarının Batı’ ya bakış açısı değişmiştir. O döneme kadar kendilerini Batı’ dan üstün gören Osmanlılar, artık Batı’ nın üstünlüğünü kabul etmiş ve Osmanlı Devleti’nde Batı tarzında yenilikler yapılmasını zorunlu görmüşlerdir.

 

     Osmanlı yöneticileri bir yandan çeşitli nedenlerle Avrupa’dan kaçıp, Osmanlı Devleti’ne sığınan aydınların görüşlerinden yararlanmaya çalışmış, bir yandan da Avrupa’nın çeşitli ülkelerine elçilik heyetleri göndererek, o ülkeleri yakından tanımaya çalışmışlardır. Nitekim bunun sonucu olarak 1727’de ilk Türk Matbaası kurulmuştur. 1773’de çağdaş bilgilerle donatılmış denizciler yetiştirmek üzere Mühendishane-i Bahr-i Hümayun adı altında bir okul açılmıştır. Avrupa’dan Osmanlı Devleti’ne çeşitli yollarla gelip devlet hizmetine girenlerin yardımlarıyla açılan askeri okullardan yetişen kişilerin gayretleri sonucu, Osmanlı Devleti’nde batılı anlamda ıslahat hareketleri başlamıştır. Ancak 3.Selim  dönemine kadar önemli bir gelişme gösterilememiştir.

                                              

III. Selim Dönemi Islahatları

 

     III.Selim tahta çıktıktan sonra (1789_1807), devletin kötü gidişatını durdurmak için alınması gereken tedbirleri belirlemek üzere, ülkenin ileri gelen devlet adamlarından oluşan bir danışma meclisi  (Meşveret Meclisi) toplamıştır. III.Selim, bu meclisin hazırladığı raporlar doğrultusunda “Nizam_ı Cedid” adı verilen yenilikleri yapmak amacıyla bir dizi ferman yayınlamıştır. 1793’de Yeniçeri ocağının yanı sıra Nizam_ı Cedid adıyla Avrupa tarzında bir askeri ocak kurulmuştur. Bu ocağın subay ihtiyacını karşılamak için de 1794’de Mühendishane-i Berri Hümayun adlı bir okul açılmıştır.

 

     III..Selim döneminde Avrupa başkentlerinde (Paris, Londra, Berlin, Viyana) daimi elçilikler açılmıştır. Batı dillerinde yazılmış önemli eserler Türkçe’ye çevrilerek, Batı düşüncesinin ülkeye girmesine hız verilmiştir. Ancak yeniliklere karşı olanların Kabakçı Mustafa’nın önderliğinde çıkarttıkları isyan sonucunda III.Selim tahttan indirilmiş, böylece ilk ciddi ve geniş boyutlu yenileşme hareketi bu şekilde engellenmiştir. Yeniçeri teşkilatını kaldırmayı, ulemanın nüfuzunu kırmayı, Osmanlı Devleti’ni Avrupa’nın ilim, sanat, ziraat, ticaret ve medeniyette gerçekleştirdiği ilerlemelere ortak etmeyi amaçlayan Nizam_ı Cedid hareketi, III.Selim döneminin kapanmasıyla bu hedefleri tutturamadan sonuçsuz kalmıştır.

 

                                    II. Mahmut Dönemi Islahatları

 

     III..Selim’in izinden giden II.Mahmut (1808_1839), onun ıslahatlarını canlandırmaya çalışmıştır. II.Mahmut, öncelikle orduyu ele alarak Sekban_ı Cedid adında bir ocak açtırmış, bu gelişme Yeniçerilerin isyanı ile son bulmuştur. Yeniliklerin önündeki en büyük engelin Yeniçeri Ocağı olduğunu gören II. Mahmut, bu ocağın kaldırılması yönünde çalışarak, 1826’

da Yeniçeri Ocağını ortadan kaldırmıştır. Onun yerine Asakir_i  Mansure_i muhammediye adıyla yeni ve modern bir ordu kurmuştur. 1826’da ilk defa  Avrupa’ya öğrenci gönderilmiştir. Yabancı uzmanların yardımlarıyla Harbiye ve Tıbbiye gibi yeni askeri okullar açılmıştır. İlköğretim mecburi hale getirilmiştir. Medreselerin dışında Rüştiye mektepleri açılmış, 1831’ de Takvim_i Vekayi adıyla ilk resmi gazete yayınlanmaya başlamıştır. Yurt dışına çıkışlarda pasaport uygulanmasına yine bu dönemde başlanmıştır. Kıyafette yenilik yapılarak, fes ve pantolon giyilmeye başlanmıştır. II. Mahmut döneminde Vezir_i Azam’ın gücü zayıflatılarak, padişahın otoritesi kuvvetlendirilmiştir. Hükümet teşkilatında değişiklikler yapılarak, bakanlıkların kurulmasına başlanmıştır. Bu şekilde II.Mahmut döneminde yapılan yeniliklere Tanzimat döneminin fikri yapısı oluşturulmuştur.

 

                                               TANZİMAT FERMANI

                                                   (3 KASIM 1839)

 

      Tanzimat dönemi (1839-1876), Osmanlı tarihinde yeni bir devrin başlangıcıdır. Bu dönem, devletin siyasi, sosyal, askeri ve kültürel alanlarda kötüye gidişini önlemek gayesiyle daha geniş ıslahatların yapıldığı bir devirdir. Yapılması düşünülen düzenlemelerle ilgili ferman hazırlandıktan sonra, Gülhane Parkı’nda halka okunduğu için Gülhane Hatt_ı  Hümayunu diye de anılır. Bu ferman Mustafa Reşit Paşa tarafından hazırlanmıştır. Tanzimat Fermanı’nda çıkarılacak olan yeni kanunların dayandırılacağı temel ilkeler şunlardır:

 

1.      Müslüman ve Müslüman olmayan bütün halkın can, mal ve namus güvenliğinin sağlanması.

2.      Herkesten belli uluslara ve kazancına göre vergi alınması

3.      Herkesin kanun önünde eşit tutulması, mahkemelerin açık yapılması ve kimsenin yargılanmadan öldürülmemesi.

4.      Herkesin mal, mülk edinmesinin sağlanması, istediğinde bunları satması ve ya yenisini alması, çocuklarına miras bırakma hakkının bulunması.

 

Padişah,  bu fermana ve ona dayandırılarak yapılacak kanunlara saygı göstereceğine dair yemin etmiştir. Böylece Osmanlı padişahı kendi gücünün de üstünde bir kanun gücünün varlığını tanımak durumunda kalmıştır. Tanzimat Fermanı ile Osmanlı Devleti’ne ilk kez hukukun üstünlüğü anlayışı girmiştir. Bu ferman ile Batılılaşma belirli bir program dahilinde uygulamaya koymuş, Batılılaşma sistemleşmiş, eşitlik anlayışı benimsenmiştir. Tanzimat Fermanı’nın getirdiği yenilikler başlangıçta hem Müslüman, hem de Müslüman olmayan kesimi memnun etmiş, ancak daha sonra Tanzimat Fermanı’nda yer alan hususların çoğu yerine getirilememiş ve başlangıçta fermana duyulan hoşgörünün yerini, memnuniyetsizlik almıştır. Tanzimat Fermanı’nın istenilen şekilde uygulanmayışının temel sebepleri şunlardır :

 

 

1.                  Batı’ dan alınan yeniliklerin derinliğine anlaşılamamış olması, sadece şeklen benimsenmiş olması.

2.                  Azınlıklara verilen hakların büyük devletleri tarafından istismar edilmesi. Büyük devletlerin , azınlıkların haklarını koruma adı altında fermandaki ilgili maddeye dayanarak, Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmaları ve bunun, Tanzimat Fermanı’nın uygulanmasını Osmanlı Devleti açısından zorlaştırması.

3.                  Tanzimat Fermanı ile amaçlanan ıslahatları yapacak kadroların olmaması.

 

     Bu nedenlerden dolayı, Osmanlı tebaasını dil, din, ırk ayrımı gözetmeksizin Osmanlı vatandaşlığı altında birleştirmeyi hedefleyen Tanzimat Fermanı, Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını önleyememiş, devlet içinde iki başlılığa yol açmıştır.

 

 

                                               ISLAHAT FERMANI

                                                   (28 şubat 1856)

 

Osmanlı Devleti’nin Kırım Savaşı’ndaki müttefikleri tarafından hazırlanmış olup,

Osmanlı Devleti’ne zorla kabul ettirilmiş bir fermandır.  Azınlıklara Tanzimat Fermanı ile verilen ayrıcalıkları kabul eden bu fermanla, azınlıklara haklarını iyileştirici bir dizi yenilikler getirmiştir. Islahat Fermanı ile azınlıklara devlet memuriyetine girebilme, askeri ve sivil bütün okullarda okuyabilme, Müslümanlarla Müslüman olmayanların kanunlar önünde eşit sayılması azınlıkların seçme ve seçilme hakkını kullanabilmeleri ayrıcalığı tanınmıştır.

 

                                                 1.MEŞRUTİYET

                                                (23 Aralık 1876)

 

     Osmanlı Devleti’nde padişahın yetkilerinin ve yönetimin anayasa (Kanun_i Esasi) ile belirlendiği dönemdir. Avrupa’yı yakından gören, devletin gidişini beğenmeyen ve yapılan yenilikleri yeterli görmeyen Türk aydınları, Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de halkın devlet işlerini denetleyebileceği Meşrutiyet idaresine geçilmesi kanaatinde idiler. Bu görüşü benimseyenlerin başında Namık Kemal ve Ziya Paşa geliyordu. Bu iki Türk aydının başını çekiği gruba Genç Osmanlılar (Jön Türkler) deniyordu. Genç Osmanlılar, Meşrutiyet ilan edilir, Mebuslar Meclisine Müslüman olmayan halkın temsilcileri de katılırsa, Müslümanlarla aralarındaki ayrılığın giderilebileceğine ve bir Osmanlı Milleti oluşacağına inanıyorlardı. Böylece Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışması engellenmiş olacaktı. Genç Osmanlıların düşüncelerini Mithat Paşa gibi ileri gelen bazı devlet adamları da benimsiyordu. Yalnız Meşrutiyet yönetiminin kurulabilmesi için, bu idare tarzını benimsemeyen Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi gerekiyordu. Neticede Mithat Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Sadrazam Mehmet Rüştü Paşa Abdülaziz’i tahttan indirerek yerine V. Murat ‘ı geçirdiler.  Akli dengesi bozuk olan V. Murat tahtta sadece üç ay kalabilmiştir. Yerine Meşrutiyet’ i ilan edeceğine söz veren II. Abdülhamit tahta çıkarılmıştır.

 

      Abdülhamit’ in sadrazam olarak atadığı Mithat Paşa’nın başkanlığına bir kurul tarafından anayasa (Kanun_i Esasi) hazırlanmıştır. Bu anayasa Abdülhamit’ in bazı düzeltmelerinden sonra 23 Aralık 1876’ da törenle halk önünde ilan edilmiştir. Böylece Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet idaresi yürürlüğe girmiştir. Üyelerini halkın seçtiği Meclis-i Mebusan ile Padişahın atadığı kişilerden oluşan Ayan Meclisi toplanmıştır. Bu iki meclis bir araya gelerek Genel Meclisi  oluşturmaktadır. Bu ilk anayasa ile padişaha bakanlar kurulunu atama, görevden alma, dış ülkelerle antlaşma yapabilme, savaş ilan edebilme, meclisi açma ve kapama yetkisi verilmiştir. Başkanlığını sadrazamın yaptığı Bakanlar kurulu, devlet işlerini yürütmekle görevlidir. Bu kurulun aldığı kararlar padişahın onayı ile yürürlüğe girebilecektir. Kanun teklifi yetkisi bakanlar kuruluna, yasama görevi Mebuslar Meclisi ile Ayan Meclisi’ne verilmiştir. İki mecliste kabul edilen kanunlar, padişahın onayından sonra kabul edilmiş olacaktır.

 

     Bütün Osmanlı halkının kanunlar önünde eşit olduğu Meşrutiyet’ in ilanıyla kabul edilmiş, herkese şahsi mesken, eğitim, yayın, ortaklık kurma hürriyeti tanınmıştır. Kimseden kanunsuz para alınmayacağı, vergilerin herkesin gelirine göre alınacağıve angaryanın yasak olduğu belirtilmiştir.

 

     1877_78 Osmanlı Rus Savaşı’nın Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle sonuçlanması, Meclis_i Mebusan’ın bu başarısızlığı padişaha ve bakanlar kuruluna fatura etmeye kalkışması, II. Abdülhamit’i anayasal yetkisini kullanarak Mebuslar Meclisi’ni kapatmaya yöneltmiş, böylece 1. Meşrutiyetin idaresi de sona ermiştir.

 

2.MEŞRUTİYET

(23 Temmuz 1908)

 

     Osmanlı Devleti’nde padişahın yetkilerinin ve yönetiminin anayasa ile ikinci kez düzenlendiği dönemdir. II. Abdülhamit’in 1. Meşrutiyetin sona erdirilmesinden itibaren uyguladığı baskı politikasına rağmen, devlet içinde bazı gizli siyasi faaliyetler devam etmiş ve cemiyetler kurulmuştur. Bu cemiyetleri kuranlar, devletin kurtuluşu için değişik fikirlere sahip olduklarından aralarında bir birlik yoktur.

 

     Aydınların bir bölümü, Osmanlı Devleti’nin çöküntüye uğramasının önlenmesi için yeniden Meşrutiyetin ilan edilmesi ve anayasal düzene geçilmesi görüşündedirler. Bir kısım aydın da, güçlü olabilmek için dünyadaki büyün Müslümanları birleştirecek bir İslam birliğinin oluşturulmasından yanadır. Bir başka grup aydın da, dünyadaki bütün Türklerin bir yönetim altında birleştirilmesi düşüncesini taşımaktadır.

 

     Böyle farklı düşüncelerin benimsendiği bir ortamda meşrutiyet idaresine taraftar olan aydınlar, İttihat ve Terakki adı altında gizli bir dernek kurmuşlardır. Bu derneğe üye olanların amacı, II. Abdülhamit’e meşrutiyet yönetimini zorla kabul ettirmektir. İngiltere ve Rusya’nın Reval şehrinde yaptıkları gizli görüşmelerde, Makedonya’nın Osmanlı Devleti’nden ayrılması konusunda fikir birliğine vardıklarını öğrenen İttihat ve Terakki yönetimi hemen harekete geçmeye karar vermiştir. Cemiyete bağlı 3. Ordu subayları arasında amaç birliği sağlanmış, Niyazi Bey ve Eyüp Sabri Bey Manastır bölgesinde; Enver Bey Selanik yakınlarında birlikleriyle dağa çıkarak ayaklanmışlardır. Cemiyet, Selanik’te, Manastır’ da ve diğer Rumeli şehirlerinde hürriyetin ilanına karar vermiştir. Ayaklanmanın genişlemesinden korkan II. Abdülhamit, 2. Meşrutiyet’ i ilan ederek, Kanun-i Esasi’ yi yeniden yürürlüğe koymuştur. Ardından da seçimler yapılarak, Mebusan Meclisi açılmıştır. 2. Meşrutiyet ile birlikte 1876 anayasası üzerinde 1909’da yapılan değişiklikle padişahın yetkileri sınırlandırılmıştır. Yeni düzenlemeye göre padişah sadrazamı atayacak, bakanları sadrazam belirleyecek ve padişahın onayına sunacaktır. Bakanlar kurulu yasama meclislerine karşı  sorumlu kılınmıştır. Her iki meclise de kanun teklif etme yetkisi tanınmıştır. Padişahın kanunları veto etme yetkisi sınırlandırılmıştır. Basına sansür konulamayacağı belirtilmiştir. Ancak bu anayasa iç karışıklıklar, savaşlar, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tutumu yüzünden gerektiği biçimde uygulanamamıştır. Özellikle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir yıl sonra Abdülhamit’i 31 Mart ayaklanması sonucunda tahttan indirterek, onun sahip olduğu hak ve yetkileri kendi üzerlerine almaları yüzünden 2. Meşrutiyet de beklenen faydayı sağlamamıştır. 2. Meşrutiyet Devletin çöküşünü önleyemediği gibi, 2. Meşrutiyet yıllarında Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi, Yunanistan’ın Girit’ i ele geçirmesi, Avusturya_Macaristan’ın Bosna_Hersek’ i topraklarına katması gibi olaylar yüzünden devlet büyük kan kaybına uğramıştır.      

 

Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Ortaya Atılan Devleti Kurtarmaya Yönelik  Fikir Hareketleri:

 

1.      OSMANLICILIK:

 

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan, Tanzimat Dönemi’ne kadar ülkede devlete adını veren Osman Bey’ in hanedanına dayanan bir “Osmanlılık” fikri vardır.

 

Osmanlı Devleti’nde 1789 Fransız İnkılabı’nın etkisiyle milliyetçilik fikrinin yayılmaya başlaması, Osmanlı topraklarında en fazla refah içinde yaşayan kesim olan gayri_müslimlerin kendi devletlerini kurmaya başlamaları, Osmanlı Devleti’ni ciddi bir bunalıma itmiştir. Batının gücüne karşı koyamayacaklarını anlayan Osmanlı yöneticileri, ona karşı çıkmak yerine, onun sempatisini kazanarak, yardımını elde etmeyi tercih etmişlerdir. Bu anlayışın etkisiyle II. Mahmut döneminde Osmanlı Devleti’nde batı anlayışına uygun ıslahatlar yapılmıştır. Böylece Osmanlı Devleti’nde bu yenilikler sonucunda batıyı yakından tanıyan, yabancı dil bilen bir yeni genç nesil yetişmiştir. Osmanlıcılık fikri işte bu genç neslin ürünüdür. Genç Osmanlılar adı altında örgütlenen bu genç kadro, Osmanlı tabakasına eşit haklar tanınması, bu hakların yasalarla güvence altına alınması, Meşrutiyet yönetimine geçilmesi görüşündedir. Osmanlıcılık fikrini savunan Genç Osmanlılara göre; Osmanlı Devleti’nin kurtuluşu, ancak Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan tüm insanlar arasında dil, din, ırk, mezhep farkı gözetmeksizin herkesin Osmanlı vatandaşı olduğunu kabul etmekle sağlanabilecektir.

 

Genç Osmanlılar, II. Abdülhamit’ e meşrutiyeti kabul ettirerek, Osmanlıcılık fikrini uygulamaya koymuşlarsa da, ülkedeki milliyet isyanlarının durmaması, bu isyanların gelişimine paralel olarak Osmanlıcılık fikrinin de önemini kaybetmesine yol açmıştır.

  

2.      İSLAMCILIK:

 

Ülkede İslamiyet’e ve dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlara önem veren ve tüm Müslümanlar arasında bir birliğin sağlanmasını gerçekleştirmeye çalışan, devletin sosyal bağlarını din birliğinde arayan bir akımdır. İslamcılık fikir akımının öncüsü II. Abdülhamit olup, onun saltanatı süresince, iç idare ve dış siyasette bu fikir akımının gelişme göstermesine çalışılmıştır. İslamcılık fikir akımının ortaya çıkmasında, Osmanlı topraklarında yaşayan Müslümanlara, gayrı_Müslimlerin ilişkilerinin bozulması, 1877_78 Osmanlı Rus Savaşı sırasında Balkanlar’ da çok sayıda Müslüman’ın işkence görerek ölmesi, pek çoğunun malını, mülkünü, terk ederek Anadolu’ya kaçmak zorunda kalması, Avrupa’nın Osmanlı topraklarında yaşayan gayrı_ Müslimler’ in  lehine olacak gelişmeler için, Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmaları, Müslümanların yaşadıkları toprakların Hıristiyanlar tarafından işgal edilmesi gibi etkenler rol oynamıştır.

 

II.Abdülhamit’in İslamcılığı devletin temel prensibi haline getirmeye çalışmakla dış politikada ulaşmak istediği biri yakın, diğeri uzak iki amacı vardır. Yakın amaç; Osmanlı Devleti’nin varlığını korumak. Uzak amaç ise; Hilafet etrafında dünya İslam birliğini kurmaktır. Ancak İslamcılık da milliyet hareketleri karşısında başarılı olamamıştır.

 

3.      TÜRKÇÜLÜK:

 

Türkçülük, II. Abdülhamit döneminde bir fikir hareketi olarak gelişmiştir. Osmanlıcılık veya İslamcılık gibi bir idare ve siyaset sistemi haline getirilmesi düşünülmemiştir. Bu sebeple Türkçülük hareketi bir siyasi partinin veya belirli bir grubun malı değildir. Az sayıda aydının üzerinde kafa yorduğu bir akımdır. Bu aydınlar içinde siyasete girmemiş tarafsızlar bulunduğu gibi, İslamcılık veya Osmanlıcılık fikirlerini benimseyenler de vardır. Türkçülük fikir hareketinin doğmasına yol açan etkenleri şu şekilde sıralamak mümkündür;

 

a)      Batılı devletlerin teşvikiyle milliyetçilik hareketinin Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan tebaa arasında yayılması ve bunun sonucunda isyanların çıkması.

b)      Türk olmayan Müslüman toplulukların yine batılı devletlerin propagandaları sonucunda Osmanlı Devleti’nden ayrılmaya başlamaları.

c)      Büyük Hıristiyan eyaletlerin müstakil veya muhtar bir statüye kavuşması sonucunda, bu eyaletlerde yaşayan Müslümanların Anadolu’ya göç etmek zorunda kalması ve bu insanların karşı karşıya kaldıkları felaketin uyandırdığı tepki.

d)      Avrupa’nın Türkler üzerindeki baskısı ve aleyhte propagandaları.

e)      Yabancı dil öğrenen ve Avrupa’ya giden Türk aydınlarının, Avrupalıların Türkler hakkındaki çalışmalarından haberdar olmaları ve bunun onlara vicdanlarında uyandırdığı rahatsızlık.

 

Bir kültür hareketi olarak başlayan Türkçülük akımı, daha sonra giderek bir siyasi cereyan haline gelmiştir. Osmanlıcılık ve İslamcılık fikir akımlarının Osmanlı Devleti’nin sorunlarını çözmede yeterli olmayacağını düşünen Türkçülük akımı, devletin kurtuluşunu ırk esasına dayalı Türk Milleyetçiliğinin geliştirilmesinde görmüştür. Türkçülük akımını benimseyenlere göre devlet; ancak dili, dini, soyu ve ülküsü bir olan topluma dayanarak ayakta durur. Bunun için de Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan Türklerin milli bilince ulaştırılması gerekir. Türkçülük akımına ilmi bir boyut kazandıran Ziya Gökalp’ e göre; Osmanlı Devleti’nin güçlenmesi yeniden yapılanmasına ve hayat tarzına bağlıdır. Bu üç esas üzerinde gerçekleşir. Bunlardan birincisi Türkçü olmaktır. (Dilde, güzel sanatlarda, ahlakta ve hukukta Türk kültürünü devam ettirmek.) İkincisi İslam ümmetinden olmaktır. Üçüncüsü ise Batı uygarlığını benimsemektir. Yani bilimde, teknikte tam bir Batı kafasına sahip olmaktır. Gökalp görüldüğü üzere kültürle, medeniyeti birbirinden ayırmış, kültürde Türk kalmayı savunmuştur.

 

İttihat ve Terakkiciler, Türkçülük akımını genişleterek, Asya’da yaşayan tüm Türkleri Osmanlı Padişahının yönetimi altında birleştirmeyi amaçlayan Pantürkizm(Turancılık) görüşüne kaymışlardır. Almanların propagandası ile İttihatçılar, bu projeyi gerçekleştirmek gayesiyle devleti I.Dünya Savaşına sokmuşlarsa da, savaşın gidişatı buna imkan vermemiştir. I.Dünya Savaşından sonra Atatürk tarafından daha gerçekçi temellere oturan Anadolu Türkçülüğü savunulmaya başlanmış, Milli Mücadele bu temele dayandırılmıştır.

 

4-Batıcılık:

 

Bu üç fikir akımından başka, Batı’da ortaya çıkan fikir ve sistemleri aynen benimseyen Türk aydınlarının savunduğu Batıcılık akımı, ortaya çıkmıştır. Batıcılar kendi aralarında birlik oluşturamamışlardır. Öncülüğünü Celal Nuri’nin çektiği bir grup batıcı, batının sadece teknolojisinin alınması, kültürünün alınmaması tezini savunmuştur. Öncülüğünü Abdullah Cevdet’in çektiği grup ise Batı medeniyetinin tek bir medeniyet olduğunu kabul etmekte, bu medeniyetin olduğu gibi alınmasını savunmaktadır. Bu akım küçük bir çevre ile sınırlı kalmış, fazla taraftar bulamamıştır.

 

 

XX. Yüzyıl Başlarında Osmanlı Devleti

 

1.                  İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Kuruluşu ve İktidara Gelmesi:

 

        Osmanlı Devleti’nin son döneminde içte meydana gelen en önemli olay, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurulmasıdır. Bu cemiyetin doğuşu, devrin siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik şartlarının bir sonucudur. Cemiyet kısa sürede büyüyüp, gelişerek iktidarı ele geçirmiştir.

 

       3 Haziran 1889’da Tıp öğrencilerinden İbrahim Temo, İshak Sükuti, Abdullah Cevdet ve Mehmet Reşit tarafından İttihad-ı Osmani Cemiyeti adıyla kurulan cemiyetin kurucuları, Genç Türkler olarak isimlendirilmişlerdir. Kısa sürede Harbiye ve Mülkiyede yayılan bu hareket, cemiyetin varlığının II. Abdülhamit tarafından öğrenilmesinden sonra sıkıntı yaşamış, cemiyetin yöneticileri yurtdışına kaçarak, oradan çalışmalarda bulunmuşlardır.

 

       1907’de İttihat Cemiyeti ve Osmanlı Terakki Cemiyeti birleşmiş, M. Kemal ve arkadaşlarının Şam’da kurdukları Vatan ve Hürriyet Cemiyetinin Selanik şubesi de bu oluşuma M. Kemal’den habersiz katılmıştır. Bu birleşmeden sonra cemiyet, Makedonya’da büyük bir ayaklanma hareketine girişerek, bu hareketle 1908’de II. Meşrutiyeti II. Abdülhamit’e kabul ettirmiştir. 31 Mart Olayı ile II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesinin ardından, Bab-ı Ali Baskını ile cemiyet iktidarı tam anlamıyla ele geçirmiş ve Osmanlı Devletinin yıkılışına kadar devam ettirmiştir.

 

İttihatçılar vatansever, dürüst, cesaretli olmalarına rağmen, devleti yönetecek vasıflardan yoksundurlar. Toplumu çöküntüye götüren aksaklıkları doğru teşhis edip, bunları ortadan kaldıramamışlardır. Bu yüzden de başarılı olamamışlardır.

 

2- Trablusgarp Savaşı (1911-1912): 

 

Almanya gibi milli birliğini geç tamamlayan İtalya sömürgecilik yarışına geç katılmıştır. Bu döneme kadar dünyanın en iyi bölgeleri İngiltere ve Fransa başta olmak üzere, büyük devletler arasında paylaşılmıştır. Sömürgecilikte geride kalmak istemeyen İtalya, büyük devletlerle yaptığı bir dizi antlaşmadan sonra, Osmanlı Devletinin K. Afrika’daki toprağı Trablusgarp ve Bingazi’ye göz dikmiştir. Buraların kendisine bırakılması için 28 Eylül 1911’de Osmanlı Devletine bir nota veren İtalya, bu isteğinin reddedilmesi üzerine Trablusgarp ve Bingazi’ye asker çıkartmıştır. M. Kemal, Enver Paşa ve Fethi Bey gibi genç ve idealist subayların organize ettiği direniş karşısında başarısız olan İtalyanlar, savaşı  Osmanlı Devletinin başka topraklarına yaymak suretiyle isteklerini Osmanlı Devleti’ne kabul ettirme yoluna gitmişlerdir. Kızıldeniz’deki Osmanlı limanları topa tutularak, savaş gemileri batırılmış, Beyrut bombalanmış, Rodos ve 12 Ada işgal edilmiştir. Daha sonra Ege’ye çıkarak Çanakkale Boğazını geçmeye çalışan İtalyanlar başarılı olamamışlardır. Bütün bunlar Osmanlı Devletinin tavrını değiştirmesinde etkisiz kalmışken, Balkan Savaşının patlak vermesi Osmanlı Devletini Trablusgarp’ı feda etmeye mecbur etmiş ve 1912 yılında İtalyanlarla Quchy (Uşi) Antlaşması yapılmıştır. Bu antlaşma ile İtalyanlar; Trablusgarp ve Bingazi’yi alacak, Osmanlı Devleti buradaki bütün askeri ve sivil memurlarını çekince, İtalya işgal ettiği adaları Osmanlı Devletine iade edecektir. Yapılan gizli bir antlaşma ile bu adaların savaş bitinceye kadar İtalyan kontrolünde kalınması istenmiştir. Ancak savaşın bitiminden sonra bu adaların Türk yönetimine kazandırılması mümkün olmamıştır.

 

3- Balkan Savaşları (1912-1913):

   

            Osmanlı Devleti’nin İtalya ile uğraşmasını fırsat bilen Balkan Devletleri, Rusya’nın kışkırtmasıyla aralarında bir ittifak oluşturmuşlardır. Bu çerçevede 13 Mart 1912 Sırp-Bulgar; 29 Mayıs 1912 Bulgar-Yunan; Ağustos 1912 Karadağ-Bulgaristan; 6 Ekim 1912 Karadağ-Sırbistan ittifakı gerçekleştirilmiştir. 8 Ekim 1912’de bu ittifaklar zincirinde yer alan Karadağ’ın Osmanlı Devletine savaş ilan etmesi ile I. Balkan Savaşı başlamıştır. Karadağ’ın Balkan Savaşını başlatmasından iki hafta sonra Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’da Osmanlı Devletine savaş ilan etmiştir. Savaş coğrafi durumun çıkardığı sonuçlar, savaşa iyi hazırlıklı olmayan Osmanlı ordusunun seferberlik ve tahkimat işlerini zamanında yapamaması, yönetimden kaynaklanan hatalar ve ordu içindeki ittihatçı subayların iktidarı yıpratmak için görevlerini yapmamaları gibi sebeplerden dolayı bütün cephelerde Osmanlı Devletinin yenilgisiyle sonuçlanmıştır.

 

1.Balkan Savaşı sonunda Osmanlı Devleti Makedonya’yı, Batı Trakya’yı,Edirne’yi, İtalyan işgali dışında kalan Ege adalarını kaybetmiş, 1912 yılında Londra Antlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştır. Bu antlaşma ile; Ege adalarının geleceğinin belirlenmesi Arnavutluk sınırlarının çizilmesi büyük devletlere bırakılmış, Girit hukuken Yunanistan’a bırakılmış, Midye-Enez hattının batısında kalan topraklarda Balkan Devletlerine bırakılmıştır. Edirne Bulgaristan’da kalmıştır.

 

      Balkan devletleri, I. Balkan savaşı sonunda Osmanlı Devletinden aldıkları toprakları paylaşmada anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Sorun özellikle Bulgaristan’ın müttefiklerinden daha fazla toprak kazanması yüzünden çıkmıştır. Bunun sonucunda Sırbistan, Yunanistan ve Romanya Bulgaristan’a saldırmışlardır. Bu durumdan yaralanmak isteyen Osmanlı Devleti harekete geçerek, Edirne dahil bütün Doğu Trakya’yı geri almıştır.

Balkan Savaşı sonunda imzalanan 1913 Bükreş Antlaşmasıyla Balkan Devletleri, Osmanlı Devletinden aldıkları Balkan topraklarını aralarında paylaşmışlardır. Bulgaristan ile Osmanlı Devleti arasında yapılan İstanbul Antlaşması ile Meriç nehri sınır kabul edilmiştir.

 

    Balkan Savaşı sonunda Adriyatik Denizinden, Karadeniz’e kadar olan Balkanlar’daki Türk hakimiyeti çok küçülmüştür. Savaşın sosyal ve ekonomik alanda da ağır sonuçları olmuştur. Milyonu aşkın göçmen kitlesi, Doğu Trakya ve Anadolu’ya göç etmiştir. Bu durum ekonomik yönden zaten çok zayıf olan Osmanlı Devletini, daha da zayıflatmıştır. Balkanlar’daki ve Anadolu’daki nüfus yapısı değişmiştir. Savaşın kaybedilmesi ve Balkanlar’da büyük toprak kaybına uğranılması, Türk Milleti’nin hafızasında derin izler bırakmıştır.

 

1.Dünya Savaşı (1914-1918)

 

Dünyanın büyük devletlerinin Avrupa’da, Ortadoğu’da, Afrika’da ve Uzakdoğu’da geniş bir alanda ve açık denizlerde, o zamana kadar görülmemiş büyüklükte ve uzun süreli savaşına I. Dünya Savaşı denilmektedir. I. Dünya Savaşına yol açan sebepler şunlardır:

 

1-Ekonomik Rekabet ve Sömürgecilik:

 

Sömürge edinme ve dış yatırımlarla gelişen ekonomik rekabet, savaşın en önemli sebeplerinden biridir. Sömürgecilik anlayışı, Rönesans’tan sonra Sanayi İnkılabı ile önem kazanmış, ham madde ve Pazar arayışı gelişmemiş, ham madde kaynakları zengin ülkelerin sömürge olarak kullanılması arzusunu kamçılamıştır. Öncülüğünü İngiltere’nin yaptığı sömürgecilikte İngiltere’yi Fransa, Belçika, Hollanda, Almanya, Rusya gibi ülkeler izlemiştir. Sömürgecilik kervanına ABD’nin de katılmasıyla sömürgecilik anlayışı Pasifik Okyanusuna da egemen olmuştur. Bunun yanı sıra büyük devletlerin çeşitli ülkelerde maden, demiryolu, deniz işletmeleri vb dış yatırımları da vardır.

 

2-Avrupa’da Alman-Fransız; Balkanlar’da Rus-Avusturya Rekabeti:

 

Avrupa’daki Alman-Fransız anlaşmazlığı savaşın diğer bir nedenini oluşturmaktadır. Alman milli birliğinin kurulması aşamasında Almanlar Fransızları yenmişler ve yer altı kaynakları açısından zengin Alsace-Lorraine’i Fransa’dan almışlardır. Bu tarihten itibaren Fransızlar bunu milli bir mesele haline getirmişlerdir.

 

Diğer yandan Balkanlar’da da Rusya ile Avusturya arasında çekişme vardır. Akdeniz’e açılmak isteyen Rusya, Panislavizm politikasıyla Balkanları nüfuzu altına almak istemektedir. Aynı şekilde Avusturya’da Balkanlar’da hakimiyet kurmak istemektedir. Çıkar çatışması bu iki devlet arasında şiddetli rekabete yol açmaktadır.

 

3-Milliyetçilik:

 

1789 Fr. İnkılabı ile ortaya çıkan milliyetçilik fikri, milli devletler kurma düşüncesini geliştirmiş, bu anlayış daha sonra da Avrupa milletlerinin benimsediği kendi milletini üstün görme politikasının kaynağı olmuştur. Panislavizm, Pan-Germenizm gibi milliyetçi akımların ortaya çıkması bu anlayışın ürünüdür.

 

1-Osmanlı Topraklarının Paylaşılması İsteği:

 

Osmanlı toprakları üzerindeki nüfuz mücadelesi ve ileride “Hasta Adam” ın mirasının ne şekilde paylaşılacağı meselesi, I. Dünya Savaşına yol açan bir diğer önemli nedendir. XIX. Yüzyıl başlarındaki Rus, İngiliz, Fransız rekabetine, yüzyılın sonlarında Almanya’nın da katılması bu rekabeti hızlandırmıştır.

 

2-Hızlı Silahlanma-Militarizm:

 

Milli birliğini oluşturan Almanya kısa sürede sanayileşmiş ve sanayisinin bir kısmını savaş sanayiine yöneltmiştir. Alman Krupp fabrikalarında büyük toplar, diğer ülkelerini yaptıklarından farklı silahlar yapılırken, tersanelerinde denizaltılar ve savaş gemileri yapılmakta idi. Almanya’nın bu davranışı, diğer Avrupa devletlerini de silahlanma yarışına yöneltmiştir. Bu da militarizmin güçlenmesine ve yönetenlerin yönettikleri halkı savaşa özendirmelerinde etkili olmuştur.

 

3-Bloklaşma:

 

Almanya milli birliğini kurduktan sonra, dış politikada farklı bir yol izlemiştir. Alman milli birliğinin kurucusu Bismarc, Almanya’yı Avrupa’nın karada en güçlü devleti haline getirmek arzusundadır. Bismarc’in bu arzusunu gerçekleştirmesini engelleyecek tek güç Fransa’dır. Çünkü Alman milli birliği kurulurken Fransızlar, Almanlara yenilmişlerdir. Bismarc, Fransa’nın en kısa sürede kendisini toparlayacağı ve Almanya’dan bu yenilginin intikamını almaya çalışacağı inancındadır. İşte bu inanç Almanya’yı güçlü devletle Fransa’ya karşı Almanya’nın yanına çekme arayışına yöneltmiştir. Böylece dünya devletleri arasında ilk kez gruplaşma hareketi başlatılmıştır. 1860-1890 yılları arasında yapılan antlaşmalarla Almanya, Ç.Rusya’sı, Avusturya-Macaristan’ı yanına almıştır. Bu birliğe “Üçlü İttifak” adı verilmiştir. İtalya da daha sonrada Üçlü İttifaka katılmıştır. 1890’a kadar Üçlü İttifak da her hangi bir çözülme yaşanmamıştır.

 

         1890’da Almanya’da bir taht değişikliği yaşanmış yeni imparatorla Başbakan Bismarc arasında dış politikada ciddi görüş ayrılıkları yaşanmaya başlamış, bu yüzden de Bismarc başbakanlıktan istifa etmiştir. II. Wilhelm döneminde Almanya, Ç.Rusya’sının kendi yanında yer almasını gereksiz görmüş ve 1890’da Ç.Rusya’sı ile süresi dolan ve yenilenmesi gereken antlaşma yapılmayarak, Rusya devletlerarası alanda Almanya’nın karşısına itilmiştir. Bu durum Rusya’yı 1894’de Fransa ile anlaşmaya yöneltmiştir. Bu birlikteliğe İngiltere’nin de katılmasıyla Üçlü İttifaka karşı “Üçlü İtilaf”  bloğu oluşturulmuştur. Zamanla bloklar arasındaki ekonomik rekabet, silahlanma yarışı gerginlik yaratmış, bu gerginlik de I. Dünya Savaşının çıkışında etkin rol oynamıştır.

 

 

I. Dünya Savaşı’nın Başlaması-Gelişmesi

Osmanlı Devleti’nin Savaşa Girmesi

 

             Osmanlı Devleti birkaç asır süren Gerileme Döneminde, özellikle de son yıllarda devletler arası alanda yalnızlığa itilmiştir. Büyük devletler açısından bir güç olarak görülmemektedir. Buda Osmanlı Devleti’ni, dünyada gruplaşmalar hızla sürerken, ittifak yapabileceği bir ülke bulabilme sıkıntısına sokmuştur. Üçlü İtilaf grubu, Osmanlı Devleti ile ittifak yapmaya sıcak bakmamakta, Osmanlı Devleti’nin ittifak yapmak zorunda bırakıldığı Üçlü İttifak grubuna dahil olmak ise Osmanlı Devletine sıcak gelmemektedir. Osmanlı Devleti’nin Üçlü İtilaf devletlerine ayrı ayrı yaptığı ittifak tekliflerini reddedilmesi, Osmanlı Devletini yalnız kalmamak için Almanya’nın dahil olduğu Üçlü İttifak ile anlaşmaya mecbur etmiştir.

 

            Artık Avrupa’da bu gerginliği savaşa dönüştürecek bir kıvılcım beklenmektedir. Avusturya-Macaristan veliahdının Saraybosna’yı ziyareti sırasında bir Sırplı tarafından öldürülmesi ile beklenen bu kıvılcım çıkmıştır. Bu olayın intikamını almak için Sırbistan’a savaş açmaya karar veren Avusturya-Macaristan, müttefiki Almanya tarafından cesaretlendirilmiştir. Böylece I. Dünya Savaşı Avusturya-Macaristan ile Sırbistan arasında başlamıştır. Rusya’nın Sırbistan’ı yalnız bırakmamak amacıyla savaşa katılması, Almanya’nın da Avusturya-Macaristan’ın yanında savaşa girmesini kaçınılmaz kılmıştır.

 

             Almanya savaşa katıldığını dünyaya ilan etmeden önce, 2 Ağustos 1914 gecesi İstanbul’da üst düzey İttihat ve Terakki yöneticileriyle gizli bir ittifak görüşmesi yapmış ve bu görüşme sonunda Osmanlı Devleti ile Almanya arasında gizli bir ittifak anlaşması yapılmıştır. Bu ittifaka göre; Almanya’nın savaşta Avusturya-Macaristan’ın yanında yer alması halinde Osmanlı Devleti de Almanya’nın yanında yer alacaktır. Osmanlı topraklarına yönelik bir saldırı halinde, Almanya Osmanlı Devleti’ni koruyacaktır. Bu ittifakla bir anlamda Osmanlı Devleti’nin kendi ihtiyaç duyduğu anda yanında yer alması imkanını elde eden Almanya’nın; 2/3 Ağustos 1914 gecesi I. Dünya Savaşına katılmasıyla savaşın alanı genişlemiştir.

 

           Almanya savaşa girmesi ile birlikte Alman Genel Kurmayının 1900’lerde hazırladığı savaş planını uygulamaya koymuştur. Bu plana göre Almanya savaşa girdiği andan itibaren bütün gücüyle Fransa üzerine yüklenecek ve 6 haftalık süre zarfında Avusturya-Macaristan Rus kuvvetlerini oyalayacaktır. 6 haftalık sürenin tamamlanması ile birlikte Fransızların işini bitirmiş olan Almanlar, Avrupa topraklarından geçerek Rusya üzerine yürüyecekler ve Avusturya kuvvetleri ile birlikte Rusya’ya kesin darbeyi indireceklerdir. Almanya’nın savaşa katılmasından sonra uygulamaya konan bu plan başarılı olamamış, Almanlar Fransızları yenemedikleri gibi, Fransız topraklarında ağır kayba uğramışlardır. Öte yandan Avusturya da, Rus kuvvetlerini oyalamada yetersiz kalmıştır. Fransızları yenemeyen Almanların, Avrupa topraklarını çiğnemeleri ve Belçika’ya saldırmaları, Belçika’nın yanı sıra, İngiltere’nin de Almanya’ya karşı savaşa katılmasına yol açmıştır. Kafkasya topraklarında Avusturya ile birlikte, Ruslara yok edici darbeyi indiremeyen Almanların Avrupa’da uyguladıkları savaş planları tümüyle başarısız olmuştur. Bu başarısızlık Almanları zinde yeni kuvvetler bulmaya ve yeni cepheler açmaya yöneltmiştir.

 

        Almanların bu amaçlan kullanabilecekleri hazırdaki kuvvet Türk kuvvetleri idi. Osmanlı Devletini savaşın içine çekmek için bir mizansen gerekmekte idi. Akdeniz de İngiliz gemileri ile çarpışan ve Türk Boğazlarına giren iki Alman savaş gemisi Türkiye’yi savaşa sokacak bahane oldu. Osmanlı devleti önce bu gemilerin Almanya’dan satın alındığını duyurdu. Yavuz ve Midilli adı verilen Alman mürettebatlı, Türk bayraklı bu gemiler, Enver Paşanın bilgisi dahilinde Karadeniz’e çıkarılmışlardır. Amiral Şusan komutasındaki bu gemilerden Rus kalelerine ateş açılması, Rusya’nın bu olayı Osmanlı Devleti’nin kendisine savaş ilanı olarak değerlendirip karşılık vermesi, Osmanlı Devletinin bir anda kendisini savaşın içinde yer almaya mecbur etmiştir.

 

         Bütün bu gelişmeler yaşanırken, Almanya’nın Avrupa’da savaşması, Uzakdoğu da yayılmacı bir politika izleyen Japonya’nın işine yaramıştır. Almanya’ya 23 Ağustos 1914’de savaş ilan eden Japonya, Almanya’nın Uzakdoğu’daki sömürgelerini ele geçirmiş ve Kasım 1914’de savaşı kendi açısından sonuçlandırmıştır.

 

 

I Dünya Savaşı’nda Türk Cepheleri

 

Osmanlı Devletinin savaşa katılmasıyla savaş alanı genişlemiştir. Bir çok cephede savaşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti’nin hareket planının esasını, İttifak Devletleri’nin Avrupa da ki yükünü hafifletmek oluşturmaktadır. Bu amaçla 3 aşamalı şu plan uygulanacaktır:

1-                  Ruslara karşı; Orta Asya’daki ve Kafkasya’daki Müslümanların, halifenin ilan edeceği cihat çağrısı ile harekete geçirilmesi.

2-                  İngilizlere karşı; Habeşistan, Sudan, Trablusgarp’daki Müslümanların yine halifenin cihat çağrısı ile harekete geçirilmesi.

3-                  Boğazların Türk ve Alman kuvvetlerince ortak savunulması.

        Bu planla; Kafkasya’da Ruslar, Süveyş’te İngilizler meşgul edilerek, Almanya ve Avusturya’nın yükü hafifletilecek, İngiltere’nin Hindistan ile olan deniz yolu bağlantısına engel olunacak ve güneyde ki zengin petrollerden ittifak devletlerinin yararlanması sağlanacaktır. I. Dünya Savaşında bu amaçla Türk Ordusu şu cephelerde savaşmıştır.

 

1-Çanakkale Cephesi:

 

İngiliz ve Fransız ortak saldırılarına karşı savaşılan bu cephede gerçekleşen muharebeler, Türkler açısından savaşın en önemli olayıdır.

 

Çanakkale’de bir cephe açılmasının sebebi, İtilaf devletleri açısından şöyledir: Çanakkale boğazını geçmek, İstanbul’u ele geçirmek, Osmanlı devletini savaş içinde çökertmek, sonrada müttefikleri Rusya’ya yardımda bulunmaktır. İtilaf devletleri yetkililerinin düşüncesine göre; Osmanlı Devletinin savaş dışı bırakılmasıyla Süveyş kanalı ve Hint Yolu üzerindeki Osmanlı baskısı kalkacak, Balkan Devletleri’nin İttifak Devletleri saffında yer almaları önlenecektir.

 

         Çanakkale Savaşlarında Tümen Komutanı M. Kemal Düşmana ilerleme imkanı tanımamış, düşmanın Çanakkale’den geçerek İstanbul’u işgal etmesine izin vermemiştir. Emsalsiz bir zafer olarak tarihe geçen Çanakkale Savaşının sonuçları şöyle sıralanabilir:

 

 A-) İnsan kaybı açısından dünya tarihinde en yüksek kaybın savaşlardan biridir. Yaklaşık olarak 254.000 Türk, 250.000 yabancı olmak üzere toplam 504.000 insanın hayatına mal olmuştur.

 B-) Türk Ordusu’nun hesaba katılmayan savaş gücü, direnme azmi ve başarısı I. Dünya Savaşı’nın uzamasına neden olmuştur.

 C-) İstanbul ve Boğazlar mutlak bir istiladan kurtulmuşlardır.

 D-) İngiltere ve Fransa boğazları geçip, Rusya’ya yardım ulaştıramadıkları için Rusya’da sıkıntı artmış, bu da Bolşevik İhtilali’nin başarıya ulaşmasına ve Rusya’nın savaştan çekilmesi Kars, Ardahan, Batum’un geri alınması imkanını sağlamıştır.

 E-) Türk Milletine moral kazandırmıştır.

 F-) Çanakkale’de yeni Türk Devleti’nin ilk temelleri atılmış, Milli Mücadele hareketinin lideri M. Kemal’in büyük kabiliyeti ortaya çıkmıştır.

 

2-Kafkas Cephesi:

 

Bu cephede Ruslara karşı savaşılmıştır. Enver Paşa komutasında ki 150.000 kişilik Türk ordusu, Sarıkamış Taarruzunu başlatmış ancak taarruz ağır kış şartları yüzünden 100.000 kayıp verilerek, başarısızlıkla sonuçlandırılmıştır. Bu başarısızlıktan yararlanan Rus birlikleri Erzurum, Muş, Bitlis, Trabzon ve Erzincan’ı ele geçirmişlerdir. 1916 yazında Diyarbakır’da ki 16. Kolorduya komutan olarak atanan M. Kemal, Rus birliklerinin Diyarbakır yönündeki ilerleyişlerini durdurmuş, karşı taarruzla Muş ve Bitlis’i geri almıştır. 1917 Bolşevik İhtilali ile Kafkas Cephesi’nde harekat durmuştur.

 

3-Kanal Cephesi

 

Mısır’da Osmanlı hakimiyetini yeniden sağlamak ve Süveyş Kanalını ele geçirerek, İngiltere’nin Hindistan yolunu kesmek amacıyla girişilen Kanal Harekatı, 1915 yılı başından itibaren iki kol halinde ilerlemişlerdir. Gerekli ulaşım imkanlarının sağlanamaması yüzünden harekat başarısızlıkla sonuçlanmış, karşı taarruza geçen İngilizler, Türk ordusunu geri çekilmeye mecbur etmişlerdir.

 

4-Filistin Cephesi:

 

         Kanal Harekatının başarısızlıkla sonuçlanması yüzünden, bu bölgedeki savaşın ağırlık noktası Filistin ve Suriye’ye kaymıştır. Bu arada Mekke Emiri Şerif Hüseyin ile anlaşan ve onlara Suriye, Irak ve Hicaz’ı içine alan, müstakil bir Arap Devleti kurmaları vaadinde bulunan İngilizler, aynı zamanda Siyonistlere de Filistin ‘de bir devlet kurmaları sözünü vermiştir. Böylece İsrail Devleti’nin kurulması için gerekli zemin hazırlanarak, Filistin  Meselesi olarak bilinen olayların tohumları saçılmıştır.

         1917’de İngilizlerle Kudüs’ü ele geçirmişler, 1918’de M. Kemal ‘ in komuta ettiği 7.Ordu  mevzilerini başarıyla  savunmuştur. 8. Orduya bozan İngilizler, M. Kemal Paşa’ nın ordusunu da yok etmek istediler. Bunu anlayan M. Kemal İngilizlere karşı başarılı savaşlar vererek, ordusunu imhadan kurtarmıştır.

 

            5. Irak Cephesi:

 

            1914’te Basra’ya asker çıkaran İngilizler, Abadan petrollerini korumak ve kuzeye doğru ilerleyerek, Ruslarla birleşip Anadolu’yu çember içine  almak düşüncesindedirler.  Ayrıca; Türk kuvvetlerinin İran’a  girmesini ve Hindistan’ı tehdit etmesini önlemeyi de düşünmüşlerdir. Kütulamara’ya ve oradan da kuzeye ilerleyen İngilizler, 1915 sonlarında kuvvetlerin büyük bölümünü kaybederek, geri çekilmişlerdir. İngilizler karşısında elde edilen bu başarılar uzun sürmemiş ,yeniden Basra’ya kuvvet çıkaran İngilizler, 1917‘de  Bağdat’a girmişlerdir. 1918’de Kerkük’ü ele geçiren İngilizler, Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada Musul yakınlarına  kadar gelmiş bulunmaktadırlar.

           

            6.Galiçya ve Makedonya Cephesi:

 

            Türk kuvvetleri ve müttefiklere yardım amacıyla Osmanlı sınırları dışındaki Galiçya ve Makedonya’da savaşmışlardır. Galiçya cephesinde  Alman-Avusturya kuvvetlerine yardım eden Türk kuvvetleri  Romanya kuvvetlerini yenmişlerdir. Makedonya’da da Türk askerleri Bulgar kuvvetlerine yardımcı olmuşlardır.

                         

            I. Dünya Savaşı Yıllarında Yapılan Gizli Antlaşmalar

 

            Türklerin I.Dünya Savaşında İtilaf Devletlerine karşı cephe alması, öteden beri İtilaf Devletleri tarafından düşünülen, Osmanlı topraklarının paylaşılması projesini hem kolaylaştırmış, hem de  hızlandırmıştır. 1915-1917 yılları arasında yapılan  gizli antlaşmalar zinciri ile Osmanlı toprakları, İtilaf Devletleri arasında  şu şekilde paylaşmışlardır.

 

            1.İstanbul Antlaşması:

 

            Ruslar, İngiliz ve Fransız donanmalarının Çanakkale  Savaşına giriştikleri sırada bu devletleri sıkıştırarak, Boğazlar ve İstanbul ile ilgili bazı isteklerde  bulunmuşlardır. 1915 baharında  yapılan görüşmeler sonunda İngiliz ve Fransızlar,  İstanbul ve boğazları Ruslara vermeyi kabul etmişlerdir. Ayrıca Trakya’da  Midye’den Enez’e çekilen bir hattın doğusunda kalan arazi ile Sakarya ağzından başlayarak  Gemlik körfezine inen bir hattın batısında kalan bir toprak parçası da  Ruslara veriliyordu.  Rusya’ya verilecek topraklar arasında  Gökçeada ve Bozcaada da vardı. Buna karşılık  Ruslarda  İngiltere  ve Fransa’nın Anadolu ve orta doğudaki Osmanlı toprakları ile İskenderun körfezi ve Toroslara kadar Çukurova üzerindeki haklarını tanımayı kabulleniyorlardı.

 

            2.Londra Antlaşması:

 

            1915 ‘de Londra da İngiliz ve Fransız ve İtalyanlarla arasında yapılmıştır. Bu antlaşma ile zaten İtalya’nın elinde bulunan 12 adada İtalya tam hakimiyet kazanıyordu.  İngiltere ,Fransa ve Rusya’nın Osmanlı Devleti’nin  Asya’daki topraklarını paylaşmasına karşılık İtalya’ya da Antalya bölgesinde  buna eşdeğer  bir pay verilmesini kabul ediyordu.

 

            3.Sykes-Picot Antlaşması:

 

            Bu antlaşma ile ilgili görüşmeler  İtalya’nın savaşa katılmasından önce başlamış, ancak; İtalya savaşa  katıldıktan sonra  sonuçlanmıştır. Bu antlaşma ile Aladağ , Kayseri, Akdağ , Yıldızdağ , Zara ,Eğin ,Harput ile sınırlanan arazi ile Kilikya, Suriye, ve Musul Fransa’ya bırakılıyordu. Hayfa , Akka limanları ile  Irak ve Fransızlara  verilen arazinin güneyi de İngiltere’ye kalıyordu.

 

            4.St.Jean de Maurienne Antlaşması:

 

            Rusya’nın 1917 Bolşevik İhtilali sonucu savaştan çekilmesi üzerine İngiltere ve Fransa  İtalya ya daha fazla önem vermeye başlamışlardır. İtalya ile yapılan   St.Jean de Maurienne Antlaşması ile İtalya ya Sykes-Picot Antlaşmasını tanıması kaydıyla İzmir ve Konya ya kadar olan bölge veriliyordu. Ancak  uygulama da bu antlaşmaya bağlı kalınmamış, İzmir’e İtalyanlar yerine Yunanlıların çıkarılması kararı verilmiştir.

 

                          A.B.D ’nin  I. Dünya Savaşına Katılması

 

            1917 Nisanından itibaren  Rusya’nın savaşı  terk etmesi ile İtilaf kanadında ortaya çıkan  boşluğu, savaşa katılan A.B.D doldurmuştur. A.B.D’nin savaşa katılması, Almanya’nın  1915’den itibaren başlatmış olduğu denizaltı savaşlarının bir sonucudur. İngiltere savaşın başından itibaren donanması ile Almanya’yı abluka altına alarak Almanya’nın ticari gücünü kırmaya çalışmıştır. Almanya da , İngiltere’nin bu ablukasını kırmak için  geniş çaplı bir denizaltı savaşı  başlatmıştır. 1915 Mayısında iki İngiliz yolcu gemisi (Lusitania ve Arabic) Alman denizaltları tarafından batırılmış  ve birçok Amerikalı yolcuda  bu olaylarda hayatını kaybetmiştir. Bu olaylar  Amerikan-Alman ilişkilerini gerginleştirmiş ise de , Almanya’nın  geri adım atması , bir daha  bu tür olaylar olmayacağına dahi teminat vermesi üzerine  ABD daha ileri gitmemiştir. Buna rağmen 1916’da  bu kez de bir Fransız yolcu gemisinin Alman denizaltlılarınca batırılması ve  bu olayda da bazı Amerikan vatandaşlarının ölmesi üzerine , iki devlet arasındaki ilişkilere yeniden gerginlik kazandırmıştır.

 

            Almanya denizaltı savaşlarını sürdürürken, diğer taraftan da İtilaf güçlerine yardım eden Amerika’ya karşı, özellikle Lâtin Amerika ülkelerinde Amerikan  aleyhtarı  faaliyetlere girişmişlerdir. 1917 de Almanya, Amerika ile arası bozuk olan  Meksika’dan  faydalanma yoluna gitmiştir. Amerika , Almanya ‘ya karşı  savaşı başlattığı taktirde Meksika Almanya’nı yanında yer alacak, Almanya  Meksika’ya ekonomik yardım yapacak  ve ayrıca  Amerikan topraklarından olan  Teksas, Yeni Meksika  ve Arizona eyaletlerini Meksika’ya verecektir. Buna karşılık Meksika , Japonya ile Almanya arsında  aracılık yaparak  Amerika ya karşı  bir Japon Alman Meksika ittifakını kurulmasını sağlayacaktır. Bu olayı Amerikanın dış politikasının esaslarını çizen Monröe Doktrinine aykırı bulan Amerika’nın artık sessizce kalabilmesi imkansızdır.1917 de iki amerikan ticaret gemisinin alman denizatlılarınca batırılması bardağı taşıran son damla olmuş ve 2 nisan 1917 de ABD Almanya ya karşı olarak 1. Dünya savaşına katılmıştır. A.B.D. ‘nin üstün teknolojisi ile ve zinde kuvvetleri ile yorgun İtilaf Devletleri’nin yer alması İtilaf Devletleri’nin savaşı kazanma şansını artırmıştır.

 

            Savaşın taraflara çok ağır gelmeye başladığı sırada , herkesin barışa özlem duyduğu bir atmosferi oluşturmayı ABD başkanı Wilson düşünmüş  ve 14 maddelik Wilson Prensiplerini açıklamıştır.

 

            Wilson İlkelerine göre; Avrupa’da  milliyetler arası tutularak, siyasi harita bu esasa göre düzenlenecektir. İşgal edilen yerler hemen boşlatılacak, küçük devletlerin bağımsızlıkları büyük devletlerin teminatı ile sağlanacaktır. Osmanlı Devleti’nin Türklerle mesken kısımlarında Türk hakimiyeti sağlanacaktır. Ancak; Türk olmayan milletlere muhtar  gelişme imkanı sağlanacaktır. Çanakkale Boğazı devamlı  olarak bütün milletlerin gemilerine açık tutulacak ve bu durum uluslar arası garanti altına alınacaktır.

 

I.                   Dünya  Savaşını Sona Erdiren Antlaşmalar

 

            Rusya’nın Bolşevik İhtilâli üzerine savaştan çekilmesiyle Rusya, Brest-Litovsk Antlaşması ile savaşı sona erdirmiştir. Rusya bu antlaşma ile tüm Doğu Anadolu’dan çekiliyor; Kars, Ardahan ve Batum’u Osmanlı devletine geri veriyordu.

 

            Romanya , Bükreş Antlaşması ile savaşa son vermiştir. Bulgaristan ile Neuilly Antlaşması yapılmıştır. Avusturya Saint-German Antlaşmasını, Macaristan ise Trianon Antlaşmasını imzalayarak, I Dünya Savaşına son vermiştir.

 

            Almanya ile Versailles Antlaşması yapılmıştır. Osmanlı Devleti ile  Mondros Mütarekesi imzalanmıştır. Mondros Mütarekesinin imzalanmasında Wilson Prensiplerinin Osmanlı Devletini  ilgilendiren 12. Maddesi etkili olmuştur. Antlaşması önemli bazı maddeleri şunlardır.

 

            1)Boğazlar açılacak, bu bölgelerdeki  istihkamlar  müttefikler tarafından işgal edilecek.

            2)Anlaşma devletleri güvenliklerini tehdit eden bir durum halinde , herhangi bir stratejik noktayı işgal edebileceklerdir.(7.Madde)

            3)Ermenilere bırakılması düşünülen Doğu Anadolu’daki altı ilde (Erzurum, Van, Diyarbakır,Bitlis, Sivas, Harput) karışıklık çıktığı taktirde , Antlaşma Devletleri bu bölgeleri de işgal edebileceklerdir.

            4)Tüm haberleşme istasyonları Anlaşma Devletlerince denetim altında tutulacaktır.

            5)Sınırların denetlenmesi ve iç düzenin korunması için gerekli olacak birlikler dışında, Osmanlı ordusu terhis edilecek, bütün savaş gemileri ordunun araç, gereç ve cephanesine el konacaktır.

            6)Tüm liman ve tersanelerden Anlaşma Devletleri yararlanabileceklerdir.

 

            Bu maddelerden de anlaşılacağı üzere Mondros Mütarekesi tam bir teslimiyet belgesidir. Bu müzakere ile İtilaf Devletleri’nin Osmanlı topraklarını istila etmesi kolaylaşmıştır.

 

1.Dünya Savaşı’nın Sonuçları

 

            a)Siyasi Sonuçları:

 

            Dünya haritası değişmiştir. Avusturya-Macaristan imparatorluğu parçalanmış, Çarlık Rusya’sı ve Osmanlı Devleti yıkılmıştır. Osmanlı toprakları üzerinde yeni devletler ortaya çıkmıştır.Yeni rejimler doğmuştur. Çarlığın yıkılması üzerine Rusya’da ilk kez  sosyalist sistem uygulanmıştır. Anadolu’da  M. Kemal’in önderliğinde  Milli Mücadele hareketi başlatılarak, Yeni Türk Devleti’nin  temelleri atılmış ve Cumhuriyet idaresine geçiş süreci başlatılmıştır.

 

            b)Ekonomik Sonuçları:

 

            Avrupa, savaş öncesindeki ekonomik gücünü yitirmiş, bu güç A.B.D. ve Japonya’ya geçmiştir. Avrupa’da  ekonomi de devlet müdahalesi dönemi başlamıştır. Avrupa Devletleri savaş sonrasında  planlı  kalkınma dönemi başlamıştır. Avrupa’da savaş sonrasında  yüksek enflasyon yaşanmıştır.

 

            Osmanlı devleti ise savaş sonrasında ekonomik açıdan tam olarak çökmüştür. Bu da Osmanlı Devleti’nin  sonunu getirmiştir.

 

            c)Toplumsal Sonuçları

 

            10 milyon insanın ölümüne 20 milyon insanın yaralanmasına ve sakat kalmasına yol açmıştır. Özellikle Avrupa’da üretici genç nüfusun azalmasına , tüketici  nüfusun  çoğalmasına , dolayısıyla da ekonominin alt üst olmasına neden olmuştur. Pek çok Batılı ülke savaş sırasında cepheye giden askerlerinin üretimde ortaya  çıkardığı boşluğu dolduran   ve ekonomik özgürlüklerini  kazanan  kadınlarına siyasi haklarını tanımak zorunda kalmıştır.

 

MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ

 

            M. Kemal’in Mondros Mütarekesinin imzalanmasından sonraki dönemdeki faaliyetlerini iki kısımda incelemek mümkündür;

 

            a)İstanbul’daki siyasi faaliyetleri:

            b)Anadolu’daki siyasi faaliyetleri:

 

            M. Kemal’in İstanbul’daki siyasi faaliyetleri, onun Yıldırım Orduları Grubu’nun lağvedilmesi üzerine  13 Kasım 1918 günü İstanbul’daki çalışmalarının esasını, “İktidardaki Tevfik Paşa   hükümetini düşürmek, Ahmet  İzzet Paşa  başkanlığında yeni bir hükümet kurdurmak ve  bu hükümette kendisinin tüm Osmanlı kuvvetlerinin  emir ve komutasından sorumlu bir Harbiye Nazırı olarak görevlendirilebilmesi sağlamak, oluşturmaktadır.  M. Kemal bu amaçla  bir taraftan arkadaşı Fethi Okyar’ın sahibi bulunduğu “Minber” gazetesinde  yayınlanan yazısıyla , bir taraftan da milletvekilleriyle tek tek  görüşmek suretiyle Tevfik Paşa hükümetinin  düşürülmesi yönünde  kamuoyu  oluşturmaya çalışmıştır. Ancak; Şubat  1919 ortalarında  Tevfik Paşa hükümeti , meclisten güvenoyu almış, Ahmet İzzet Paşa  başkanlığın kurdurulacak bir hükümette M. Kemal’in Harbiye Nazırı olarak görevlendirilmesi imkansızlaşmıştır. Artık  M. Kemal için İstanbul’da kalmanın bir anlamı yoktur.

 

            Şubat 1919 ortalarından itibaren M. Kemal’in  yeni hedefi belirmiştir. En kısa zamanda kendisine Anadolu’ya geçmesini sağlayacak bir görev almak , Anadolu halkı ile bütünleşerek, kurtuluş hareketini Anadolu’dan başlatmak . İşte  M. Kemal şubat 1919 ortalarından, 16 mayıs1919 günü O, 9. Ordu Müfettişi sıfatıyla İstanbul’dan ayrılmıştır. 19 Mayıs 1919 günü  Samsun’da karaya ayak basan  M. Kemal çok karanlık bir tablo ile karşı karşıyadır. M. Kemal karşılaştığı bu durumu Nutuk’da şöyle ifade etmektedir;

 

            Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu grup, I. Dünya Savaşında yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta dağılmış, şartları ağır bir ateşkes antlaşması imzalanmıştır. Büyük Savaş’ın uzun yılları boyunca millet, yorgun ve fakir bir durumda. Milleti ve memleketi I Dünya Savaşına sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlardır. Saltanat ve Hilafet makamında oturan Vahideddin soysuzlaşmış, şahsını ve tahtını koruyabileceği tedbirler  peşinde koşmakta . Damat Ferit başkanlığındaki hükümet ise aciz, onursuz ve korkak.

 

            Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta. İtilaf devletleri Mondros Mütarekesi hükümlerine uymayı gerekli görmüyorlar. Birer bahane ile İtilaf Donanmaları ve askerleri İstanbul’da Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Antep İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan askeri birlikleri; Merzifon ve Samsun ‘da İngiliz askerleri bulunmakta… 15 Mayıs 1919’da İtilaf Devletlerinin olayı ile Yunan birlikleri İzmir’e çıkarılmış.

 

            Bundan başka memleketin her tarafında Hıristiyan azınlıklar gizli veya açıktan açığa emellerini gerçekleştirmeye, devleti bir an önce çökertmeğe çalışmaktadırlar.

 

            M. Kemal’in ifade ettiği devleti çökertmek gayesi ile çalışan zararlı cemiyetler, “Mavr-I Mira Cemiyeti, Pontus Rum cemiyeti ve Kürt Teali Cemiyeti”dir. M. Kemal , Osmanlı saltanatının ve hilafetinin devamını temin gayesiyle kurulan cemiyetleri de zararlı cemiyetler olarak değerlendirmiştir. Bu cemiyetler de “ Teali-i İslam Cemiyetleri Sulh ve Selamet Cemiyetleri, İtilaf ve Hürriyet Cemiyetleri ve İngiliz Muhipleri Cemiyeti”’dir.

 

            M. Kemal Nutuk’da Türk halkının Samsun’a çıktığı günlerde üç farklı kurtuluş modeli üzerinde durduğu belirtilmektedir. Bunlar;

 

            1)Amerikan Mandacılığı:

            2)İngiliz Mandacılığı:

            3)Bölgesel kurtuluş çareleri:

           

            Amerikan mandacılığı  tezini savuna aydınlar, kuruluşundan itibaren Türk toprakları üzerinde hiçbir istila emeli taşımadığına inandıkları, güçlü bir devlet olan Amerika’nın himayesinin sağlanması halinde  Osmanlı Devleti’nin kurtulacağına inanmakta idiler. Bu düşüncenin öncüleri Halide Edip ve Necmettin Sadak idi.

 

            İngiliz mandacılığı tezini savunanlar ise padişah ve yönetim çevreleri idi. Bu çevrelere göre hilafetin geleceğini tehlikeye atmadan Osmanlı  saltanatını kurtarmanın  tek yolu İngiliz himayesinin sağlanması idi.

 

            Bölgesel kurtuluş peşinde koşanlar ise işgal altında  olan ve Osmanlı Devleti’nden ümidini kesmiş olan bölgelerin insanlarıydı. Bu insanlar kendi başlarının çaresini bakmaktan başak seçenekleri olmadığı düşüncesinde idiler.

 

            M. Kemal’e göre bu üç model de , Türk Milleti için gerçek kurtuluş yolu olamazdı. M. Kemal’e göre tek kurtuluş şansı vardı, o da “Milli hakimiyete dayanan, kayıtsız şartsız bağımsız, yeni bir Türk devleti kurmak” Türk Milleti’nin esir yaşamasından sa, yok olmasını hayırlı bulan M .Kemal, “ya istiklal ya ölüm” parolası ile kurtuluşun top yekun mücadele etmekle sağlanacağını ifade etmiştir. Milli Mücadele kararını veren M. Kemal için ilk önemli iş bu doğrultuda yurt genelinde  yapılan düzensiz çalışmaları, belirli bir düzen çerçevesinde örgütlemek ve Milli Mücadele hareketine yöneltmektir. M. Kemal’in Samsun’a çıktığı günlerde yurt genelinde faaliyet gösteren, Yararlı Cemiyetler olarak nitelendirdiğimiz teşkilatlar şunlardır;

 

            a)Milli Kongre Cemiyeti: Türkçülük ve Türk Milliyetçiliği fikrini benimseyen Milli talim ve Terbiye Cemiyeti üyeleri tarafından 29 Kasım 1918 de İstanbul’da  kurulmuştur. Cemiyetin amacı, dünyada Türkler hakkında yapılan yanlış ve ön yargılı yayınlara ilmi çalışmalar ve belgelerle cevap vermektir. Cemiyet M. Kemal’i ve onun Ankara’da kurmayı düşündüğü meclis fikrini desteklemiştir.

 

            b)Trakya Paşaeli Müdafaa-I Hukuk-u Heyeti Osmaniye’si:Trakya’nın ve Edirne’nin bir Yunan istilasına maruz kalabileceği tehlikesi üzerine  2 Aralık 1918 de kurulmuştur. Merkezi Edirne’dedir. Cemiyetin amacı; Trakya Türklerinin haklarını savunmak, Trakya’yı Osmanlı devletinden koparmaya yönelik her türlü girişime  engel olmak, bu mümkün olmazsa Doğu ve Batı Trakya’yı  içine alan bağımsız bir Trakya devleti kurmaktır.

 

             c)İzmir Müdafaa-I  Hukuku Osmaniye Cemiyeti:İzmir’in  Yunalılarca  işgal edileceği haberleri üzerine  2 Aralık 1918 ‘de kurulmuştur. Cemiyetin gayesi; muhtemel bir Yunan işgaline karşı silahlı  müdafaada bulunmaktır. Cemiyetin  kurulmasında etkin rol oynayan Kolordu Komutanı ve İzmir vali vekili Nurettin Paşa ‘nın çalışmalarının İngilizleri rahatsız etmesi ve Paşanın İngilizlerin  hükümete yaptıkları baskı sonucu görevinden alınması, cemiyetin faaliyetlerini büyük ölçüde aksatmıştır. Cemiyet,  İzmir’in Yunanlılarca işgali öncesinde Reddi İlhak adını alarak, çalışmalarını bu isimle yürütmüştür. 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’e asker çıkartması üzerine bölgede başlayan mahalli direniş,düzenli ordu kurulana kadar sürmüştür.

 

            d)Vilâyet-ı  Şarkiye Müdafaa-I Hukuk-u Millîye Cemiyeti:

 

            Mondros Mütarekesi öncesinde ve sonrasında İtilaf Devletleri’nin Doğu Anadolu için tasarladıkları Ermenistan ve Kürdistan projelerine karşı, yöredeki  Müslüman-Türk ahalinin haklarını savunmak gayesiyle 4 Aralık 1918 de İstanbul’da kurulmuştur. Kazım Karabekir ’in Erzurum’daki  15. Kolordu Komutanlığı görevine atanmasıyla cemiyetin faaliyetleri hız kazanmıştır. Cemiyet, Trabzon Muhafaza-I Hukuk Cemiyeti ile birlikte Erzurum Kongresini  düzenlemiştir.

 

            e)Trabzon Muhafaza-I Hukuk-u Milliye Cemiyeti:

 

            Trabzonlu aydınlar tarafından, Karadeniz kıyılarında hak iddia eden Pontus Rumlarına karşı mücadele etmek gayesiyle kurulmuştur. Cemiyet Erzurum Kongresi sonrasında Vilâyet-ı Şarkiye Cemiyetine katılarak, faaliyetlerine devam etmiştir.

 

            Anadolu’da bu şekilde düzensiz, dağınık ancak iyi niyetli çalışmaların yapıldığı günlerde Samsun’a çıkan M. Kemal hemen çalışmalara başlamış  ve 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa ile sürekli olarak haberleşmiştir. M. Kemal Samsun’dan Harbiye Nezaretine gönderdiği ilk raporunda, bölgede karışıklıklara sebep olanların Türkler olmadığını , yörede  yaşanan olaylara sebep verenlerin Pontus Rumları olduğu belirtilmiştir., 15 Mayıs 1919’da gerçekleştirilen  İzmir’in Yunanlılarca  işgalini haklı kılan  hiçbir gerekçesi olmadığını, bu nedenlerle de  bu olayın  hükümet tarafından her platformda, özellikle İtilaf Devletleri nezrinde  protesto edilmesi lazım geldiğini bildirmiştir. O’nun  Anadolu’da ne yapmak istediği, bu ilk faaliyetlerinden  ve yazışmalarından anlaşılmaktadır. Amacının kolaylıkla fark edileceğini  anlayan  M. Kemal , İngilizlerin yoğun bir biçimde bulunduğu Samsun’daki karargahını, Mayıs ayı sonunda Havza’ya taşımıştır.

 

            M. Kemal’in  Havza’daki , hatta bundan sonraki Anadolu’daki faaliyetlerin eksenini , yurdun her köşesini bir bütün haline getirerek, hep birlikte bir direnişi gerçekleştirebilme olmuştur. Bu amaçla O , Havza’dan Anadolu’daki askerî  ve sivil yetkililere gönderdiği şifre telgraflarla yurdumuzdaki yabancı işgalini, düzenlenecek mitinglerle, protesto yürüyüşleriyle ve telgraflarıyla şiddetle kınaması istenmiştir. Ayrıca komutanlara gönderdiği telgraflarda, onlardan gayeye hizmet eden her türlü faaliyetin desteklenmesini, ancak toplum psikolojisinden doğabilecek taşkınlıklara da izin verilmemesi istemiştir. Bunun üzerine yurt genelinde pek çok miting tertip edilmiş ve protesto telgrafı çekilmiştir. İstanbul mitinglerine ve M. Kemal’in Havza’daki çalışmalarına yönelik ilk tepki, işgal kuvvetlerinin O’nu İstanbul’a geri çağırması şeklinde olmuştur.

           

Amasya Tamimi (Genelgesi) 21/22 Haziran 1919

 

            M. Kemal o güne kadar Ordu Müfettişi sıfatıyla, kişisel ağırlığını ortaya koyarak hareket etmiştir. Ancak; bu sıfatın tehlikeye düştüğünü görmektedir. Bu nedenle M. Kemal, kişisel olmaktan çıkarıp, halka mal etmek gerektiği inancındadır. Bu amaçla M. Kemal, esaslarını hazırladığı Amasya Tamimini 21/22 Haziran 1919 ‘da tüm ilgililere duyurmuştur. Bu tamimde özetle şu noktalara yer verilmektedir;

 

            1)Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir.

            2)İstanbul Hükümeti üzerine düşen sorumluluğun gereğini yerine getirememektedir. Bu durum  milletimizi aşağılanmış göstermektedir.

            3)Milletin istiklalini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.

            4)Milletin içinde bulunduğu durumu anlatmak ve haklı sesini duyurmak için her türlü baskıdan uzak bir milli heyet kurulmalıdır.

            5)Anadolu’nun her bakımdan en güvenilir yeri olan Sivas’ta bir milli kongrenin toplatılması kararlaştırılmıştır.

            6)Bunun için bütün vilâyetlerin her sancağından, milletin güvenini kazanmış üç temsilcinin hemen yola çıkması lâzımdır.

            7)Her ihtimale karşı bunun bir milli sır olarak saklanması şarttır.

            8)Doğu vilayetleri adına 10 Temmuz’da bir kongre toplanacaktır. Bu kongrenin delegeleri de Sivas’da ki genel kongreye katılacaktır.

 

Amasya Tamimi’nin Siyasi Açıdan Önemi

 

            Amasya genelgesi ile Türk İnkılâbının ihtilal safhası su yüzüne çıkmış, millet iradesi haksızlığa karşı bir isyan parolası olarak belirmiştir. Amasya Tamimi bir ihtilal beyannamesidir. Anadolu’da ihtilalin başladığını göstermektedir.

 

            Amasya Tamimi, Anadolu’da kurtuluş hareketlerini tek elden düzenlemek yolunda milli bir birliğe yol açmış ve milli bir kongrenin toplanmasını öngörmüştür.Amasya Tamimi,yürütme yetkilerini kullanmak imkanını vermekle,Sivas’ta bir milli kongrenin toplatılmasını amaç edinmekle,İstanbul’daki merkezi hükümetin yerine geçmeyi öngörmüştür.Tamim aynı zamanda vatanın bütünlüğünü ve milletin istiklalini ele alması konusunda halkı isyana davet ettiği kadar,milletçe yapılacak işlerin hangi plan ve program doğrultusunda gerçekleştirileceğini göstermesi açısından da önemli bir belgedir.Amasya Tamimi’nin diğer bir önemli yanı ise,Türk milliyetçiliği akımını inkılâbın temel prensibi olarak değerlendirmesidir.Milliyetçilik Amasya Tamimi’nden itibaren Milli Mücadele’nin esası,özü,temel yapısı olmuş,milleti harekete geçiren,ona milli şuur ve vicdanının sesini duyuran politik tutumun hedeflerini göstermiştir.

                                AMASYA TAMİMİ’NİN HUKUKİ AÇIDAN ÖNEMİ

          İhtilal beyannamesi niteliği taşıyan Amasya  Tamimi ile bir taraftan sultana karşı gelinerek,milli hakimiyet ilkesi ortaya atılmış,diğer taraftan da tehlikede olan bağımsızlığın kurtarılmasına çaba gösterilmiştir.Dolayısıyla Amasya Tamimi ile hem millet iradesi,hem de kayıtsız şartsız bağımsızlık ön plana çıkartılmıştır.Yani Amasya Tamimi , yeni Türk Devleti’nin kuruluşunu  hazırlayan temel bir belgedir.Nitekim Amasya Tamimi ile birlikte İstanbul’a yollanan mektuplarda artık İstanbul’un Anadolu’ya egemen değil,bağımlı olmak zorunda olduğu belirtilmektedir.

                                 AMASYA TAMİMİ’NİN SONUÇLARI

          İstanbul’daki işgal kuvvetleri makamları,Anadolu’da gelişmekte olan ve Amasya Tamimi ile şuur kazanan gelişmeleri endişe ile izlediklerinden,bu hareketi söndürmek amacıyla M.Kemal’i İstanbul’a getirtmek için İstanbul Hükümetine baskıda bulunmuşlardır.İçişleri Bakanı Ali Kemal 23 Haziran 1919’da vali ve mutasarrıflara yolladığı gizli bir genelge ile M.Kemal’in azledildiğini,resmi hiçbir sıfatı kalmadığı için emirlerinin dinlenmemesi gerektiğini duyurmuştur.Amasya Tamimi kararlarının uygulanması işiyle bizzat komutanlar uğraştıkları için,İstanbul’un bu emrinin Anadolu’da dinlenmesi imkansızdı.Sonuçta İçişleri Bakanı Ali Kemal Bey istifa etmek zorunda kalmıştır.

         Bu sıralarda M.Kemal,doğu illerindeki milli direnişi  toparlamak ve Sivas Kongresi’nin ilk basamağını oluşturmak üzere Erzurum’a hareket etmiştir.O,Sivas’tan geçerken,İçişleri Bakanı’nın emri doğrultusunda kendisini görevinden alıkoymak için çalışan Elazığ Valisi Ali Galip ile görüşmüş ve O’nun bu girişimini önlemiştir.M.Kemal Erzincan’dan geçerken Padişah’tan İstanbul’a geri dönmesi  yönünde bir telgraf almış,ancak görevinden ayrılmayacağını İstanbul’a ileterek,zaman kazanmaya çalışmıştır.7/8 Temmuz 1919 gecesi M.Kemal Paşa’ya İstanbul’dan görevden alındığını bildiren emir ulaşmıştır.Bunun üzerine M.Kemal Harbiye Nezaretine hem görevinden,hem de askerlikten ayrıldığını bildiren cevabi telgrafını göndermiştir.M.Kemal’in en büyük kaygısı,tüm görev ve yetkilerini bırakmasının, başlattığı milli hareketin geleceğini tehlikeye sokmasıdır.Ancak M.Kemal Paşa’nın korktuğu olmamış,O’nun askerlik görevinden ayrılması hiçbir şeyi değiştirmemiş,başta K.Karabekir Paşa olmak üzere bütün komutanlar O’nun emri altına girmişlerdir.Bu gelişme M.Kemal’in milli hareketin lideri olarak ortaya çıktığının göstergesidir.

                             ERZURUM KONGRESİ (23 Temmuz-7 Ağustos 1919)    

           Kongre,Vi layat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti’nin  Erzurum şubesi ve Trabzon Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti’nin işbirliği ile düzenlenmiştir.Kararlaştırılan tarihten 13 gün sonra toplanabilmiştir.Gecikmesinin sebebi,kongreye katılmak üzere  Erzurum’a gelmesi beklenen delegelerin zamanında gelememiş olmalarıdır.

            3 Temmuz 1919 günü Erzurum’a gelen ve 7/8  Temmuz gecesi tüm yetkilerinden vazgeçen M.Kemal’in Erzurum Kongresine katılması ve başkanlığı konusunda muhalif görüşte olanlar vardır.Ancak bu problem,Erzurum’dan seçilmiş olan iki delegenin M.Kemal ve Rauf Orbay adına haklarından feragat etmeleri ile aşılmıştır.Böylece M.Kemal’in hukuken kongreye katılmasına engel oluşturacak bir durum kalmamıştır.54 üyenin katılımıyla 23 Temmuz günü çalışmalarına başlayan kongrede M.Kemal,kongre başkanlığına seçilmiştir.Kongrede alınan başlıca kararlar şunlardır:

1-Milli sınırlar içinde vatan birbirinden ayrılmaz bir bütündür.

2-Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı Osmanlı Hükümeti’nin dağılması halinde millet topyekun mücadele edecektir.

3-İstanbul Hükümeti vatanın bütünlüğünü koruyamadığı taktirde,bu amaca ulaşmak için Anadolu’da geçici bir hükümet kurulacaktır.

4-Milli kuvvetleri etkin ve milli iradeyi egemen kılmak esastır.

5-Hıristiyan azınlıklara siyasi hakimiyetimizi ve sosyal dengemizi bozacak ayrıcalıklar verilemez.

6-Manda ve himaye kabul edilemez.

7-Milli meclisin bir an önce toplanmasını ve hükümet işlerinin bu meclisin denetimi altında yürütülmesini sağlamak için çalışılacaktır.

          Kongre alınan bu kararları uygulamak üzere,başkanlığına M. Kemal’in getirildiği  9 kişilik bir Temsil Heyeti oluşturarak çalışmalarını tamamlamıştır.

 

                   ERZURUM KONGRESİ’NİN ÖNEMİ VE SONUÇLARI

        Doğu Anadolu bölgesinin kaderini görüşmek gayesi ile toplanan Erzurum Kongresi,  memleketin bütününü ilgilendiren konularda kararlar alarak, Milli Mücadele’nin esas programını hazırlamıştır. Programın temel fikri kayıtsız şartsız bağımsızlık ve milli hakimiyettir. Kongrede vatan sınırları belirtilerek,  vatanın bir bütün olduğu ve parçalanamayacağı ilan edilmekle, emperyalistlere Türk’ün ata yurdunun işgal edilemeyeceği anlatılmak istenmiştir. Temsil heyetinin gerektiğinde bir hükümet gibi görev yapacağı açıklanarak, milli devletin yürütme organı olma çabası ortaya konmuştur.

         Erzurum Kongresi toplanışı itibariyle bölgesel bir kongre olmasına rağmen, aldığı kararlar açısından milli bir kongre niteliğindedir. Milli heyet tarafından gerçekleştirilecek daha sonraki girişimlerin (Sivas Kongresi ve TBMM’nin açılması)  temelini Erzurum Kongresi oluşturmuştur.

         Erzurum Kongresi kararları İstanbul Hükümeti ve İtilaf Devletleri’nce hoş karşılanmamıştır; çünkü onlara göre kongre bir ihtilal demektir. Milli egemenlikten söz etmek ve Mebuslar Meclisi’nin toplanmasını istemek İtilaf Devletleri’nin emellerini söndürecek tehlikeli bir gelişmedir. Bunun üzerine sadrazam Damat Ferit Paşa ihtilalin ele başısı saydığı M. Kemal ve Rauf Bey ile onlara yardım eden diğer bazı aydınların yakalanarak İstanbul’a teslim edilmesi için asker ve sivil yöneticilere 30 Temmuz’da yeni bir emir daha vermiştir. Ancak İstanbul Hükümeti’nin bu yeni girişimi de sonuçsuz kalmıştır. Aydınlar ve ordu M. Kemal Paşa’nın etrafında iyice kenetlenmişlerdir.

         Erzurum Kongresi’ni takip eden günlerde M. Kemal’in amacı en kısa zamanda Anadolu’da milletin temsilcilerinden oluşan bir meclis toplamak ve bu meclisin kuracağı hükümet ile Milli Mücadele’yi bir merkezden yönetmektir. Bu nedenle M. Kemal Erzurum Kongresi’nin bu amaca hizmet etmesini istemiştir. Bu amaçla M. Kemal Erzurum Kongresi’ni Sivas Kongresi’ne bağlıyarak Milli Mücadele’ye ülke çapında yaygınlık kazandırmıştır.

                 BALIKESİR VE ALAŞEHİR KONGRELERİ

         Yunanlılar İzmir’e asker çıkarıp, Batı Anadolu’yu işgale başladıktan sonra Ege Bölgesi’nin yurt sever halkı kurdukları direnme örgütleriyle düşmana karşı koymaya başlamışlardır. Bu örgütleri bir araya getirip, düşmana karşı daha düzenli bir savunma gücü oluşturmak gayesiyle Balıkesir’de bir kongre düzenlenmiştir. 26-31 Temmuz 1919 tarihleri arasında gerçekleşen kongrede, tüm güçlerin birleştirilmesi, Yunanlılara karşı savaşmak üzere asker toplanması gibi önemli kararlar alınmıştır. Kongre padişaha bağlı kalınacağını bildirmiştir.

         Erzurum Kongresi’nden sonra Batı Anadolu’da 16-25 Ağustos 1919 tarihleri arasında toplanan bir diğer kongre ise Alaşehir Kongresi’dir. Bu kongrede Erzurum ve Balıkesir Kongreleri’nin sonuçları tartışılmış, ölünceye kadar Yunanlılarla savaşma kararı alınmıştır.

       

                      SİVAS KONGRESİ (4-11 EYLÜL 1919)

         Sivas Kongresi, memleketin en sıkıntılı günlerinde gerçek bir vatan aşkıyla her türlü tehlikeyi göze alarak M. Kemal Paşa’nın başkanlığında bir araya gelen 38 vatanseverin eseridir.

         Sivas Kongresi’ni engelleme girişimleri: Sivas Kongresi’nin toplanışı sırasında da Erzurum Kongresi’nde olduğu gibi, İstanbul Hükümeti kongreyi engelleme çabalarını sürdürmüştür. Bu sebeple Ankara ve diğer bazı şehirlerden valilik baskısı ile delege seçtirilmemiştir. Bazı vilayetlerden seçilen delegeler de aynı baskı nedeniyle yola çıkmaktan alı konulmuş ve kongreye katılamamışlardır.           

          Sivas Kongresi’nin  toplanmaması için, Sivas’ta bulunan Fransızlar da Vali Reşit Paşa’ ya baskı yapmışlar ve kongrenin gerçekleşmesi halinde Sivas’ın işgal edilebileceği tehdidinde bulunmuşlardır. İngilizler de Samsun üzerinden Sivas’ı işgal edecekleri tehdidini savurmuşlardır.

 

        İstanbul Hükümeti, Sivas Kongresi sırasında bütün gücüyle M. Kemal’i tevkife yönelmiştir. Anadolu’daki tüm valilere telgraf göndererek, M. Kemal’in tutuklanmasını istediği gibi, valiliklere yeni atamalar yaparak, bu isteğinin gerçekleşmesini sağlamaya çalışmıştır. Ancak İstanbul Hükümeti’nin ve İtilâf Devletleri’nin bütün bu girişimleri sonuçsuz kalmış, Sivas Kongresi 4 Eylül günü çalışmalarına başlamıştır.

 

SİVAS KONGRESİ’NDE YAPILAN ÇALIŞMALAR

 

        Sivas Kongresi sırasında üzerinde en çok tartışılan konu “manda” ve “himaye” meselesidir. Delegelerin önemli bir bölümü  manda fikrine taraftar gözükmekte, ancak İngiltere’nin mi, yoksa Amerika’nın mı himayesinin sağlanması konusunda tereddüt yaşamaktadırlar. M. Kemal’e göre ise manda düşüncesi, tam bağımsızlık düşüncesiyle çelişmektedir. Bu nedenle M. Kemal ve birkaç arkadaşı manda ve her çeşit koruyuculuğu reddetmiş, kendilerini bazı üyeler de desteklemiştir. Sonunda Rauf Bey’ in Amerika’dan bir heyet çağrılması teklifi ile bu konudaki tartışmalar sona erdirilmiştir.

 

        Kongrenin ilk üç günü söylevler, usul hakkında görüşmeler, bu kongrenin İttihat ve Terakki Cemiyeti ile bir ilgisi olmadığının yeminle kanıtlanması ile geçmiştir. Erzurum Kongresi kararları küçük bazı değişikliklerle bu kongrece de kabul edilmiştir.

 

SİVAS KONGRESİ KARARLARI:

 

1)                         Türk toprakları hiçbir sebeple birbirinden ayrılmaz bir bütündür.

2)                         Milli kuvvetleri etkin, milli iradeyi egemen kılmak esastır.

3)                         İşgale uğrayan yurt toprakları hep birlikte savunulacaktır.

4)                         Azınlıklara sosyal dengeyi bozacak ayrıcalıklar tanınamaz.

5)                         Ülkemize karşı istila emeli taşımayan herhangi bir devletin ekonomik yardımları memnuniyetle kabul edilecektir. Adil bir barışın yapılmasına çalışılacaktır.

6)                         Milli Meclis’ in derhal toplanması ve geleceğinin bu meclisin kontrolüne bırakılması şarttır.

7)                         Yurt sathındaki tüm Milli Cemiyetler, “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adı altında tek isim ve tek amaç etrafında birleştirilmiştir.

8)                         Kongrenin seçtiği Temsil Heyeti, Milli Meclis açılana dek işleri yürütecektir.

9)                         Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, köylere kadar teşkilatlanacaktır.

Bu kararlar bir süre sonra İstanbul Meclis-i Mebusan’ında “Milli Ahid”       olarak onaylanmış ve Türk tarihine “Misak-ı Milli” olarak geçmiştir.

 

 

 

 

 

SİVAS KONGRESİ’NİN MİLLİ MÜCADELEDEKİ YERİ VE ÖNEMİ:

 

        Yurdun dört bir yanından gelen delegelerin katılımıyla toplanması ve yurdun bir bütün halinde kurtarılmasına yönelik kararlar alması açısından milli bir kongredir. İstanbul Hükümeti’nin Elazığ Valisi Ali Galip’ i Sivas Kongresi’ni basıp, kongreyi dağıtmakla görevlendirmesi, ancak bu olayın milli kuvvetlerce önlenmesi, bu olayın sorumlusu Damat Ferit Paşa hükümeti ile Anadolu’nun ilişkisinin kesilmesi sonucunu doğurmuştur. Anadolu ile mücadelede başarısız kalan Damat Ferit, İngilizler’ den de yüz bulamayarak istifa etmek zorunda kalmıştır. Damat Ferit hükümetinin yerine, 2 Ekim’ de milliyetçi bir kimlik taşıyan Ali Rıza Paşa hükümetinin kurulması, M. Kemal ve milli dava açısından bir zaferdir. Ali Rıza Paşa hükümeti ile birlikte, Anadolu’daki   Milli Mücadele hareketi ile ilgili haberler artık İstanbul basınında yer almaya başlamıştır.

 

        Sivas Kongresi’nde yeni Türk Devleti’nin iç ve dış politikasının esaslarını çizen Misak-ı Milli kararları tespit edilmiştir. Sivas Kongresi’ nden bir hafta sonra da M. Kemal, yeni bir Türk Devleti kurma kararında olduğunu ifade etmiştir. Dolayısıyla Sivas Kongresi yeni Türk Devleti’nin temellerinin atılması açısından önemlidir.

 

        Sivas Kongresi ile Milli Mücadele hareketi Türk Milletine mâl edilmiş, Milli Mücadele fikri yurt sathına yayılmıştır. Sivas Kongresi ile M. Kemal, milli hareketin tartışmasız lideri olmuştur.

 

        Sivas Kongresi yabancı işgaline karşı konulacağı kararını alarak, İtilâf Devletlerine karşı top yekun mücadele kararı vermekte ve Erzurum Kongresi’ne göre daha ihtilâlci bir nitelik taşımaktadır. Sivas Kongresi kararlarını yurt genelinde duyurmak gayesiyle M. Kemal’in isteği üzerine Sivas’ta 13 Eylül’ de “İrade-i Milliye” gazetesinin yayınına başlanmıştır. 27 Aralık 1919’da Ankara’yı milli hareketin merkezi yapmak üzere bu şehre gelen M, Kemal, orada da Şubat 1920’de “Hakimiyet-i Milliye” gazetesinin çıkarılmasına öncülük etmiştir. Halide Edip’ in gayreti, M. Kemal’in desteğiyle Haziran 1920’de de bu gazetelere haber kaynağı oluşturacak “Anadolu Ajansı” hizmete sokulmuştur.

 

AMASYA GÖRÜŞMELERİ ve PROTOKOLÜ (22 Ekim 1919)

 

        Anadolu, İstanbul üzerinde kurduğu bu egemenlikten yararlanmak düşüncesinde idi. M. Kemal yeni hükümetten özellikle Milli Mücadele’ ye karşı olan asker ve sivil yöneticileri görevden almasını, onların yerine Anadolu’daki millicilerin güvenini taşıyan isimlerin  getirilmesini, ordunun milli amaçlara uygun olarak yeniden düzenlenmesini ve Meclis-i Mebusan’ın biran önce toplanmasını sağlamasını istiyordu. Anadolu’nun bu istekleri karşısında İstanbul Hükümeti, M. Kemal ile yüz yüze görüşmenin faydalı olacağı kanaatine vararak, Bahriye Nazırı Salih Paşa’ yı Amasya’ya göndermiştir. 16 Ekim 1919’da Hüseyin Rauf ve Bekir Sami Beylerle Sivas’tan hareket eden M. Kemal, iki gün sonra Amasya’ya varmış, 20 Ekim’ de başlayan görüşmeler 22 Ekim’ de sonuçlanmıştır. Bu görüşmeler sonunda taraflar, karşılıklı olarak birbirlerinden bekledikleri hareketleri ve davranış tarzlarını protokoller şeklinde düzenlemişlerdir. Beş protokol halinde düzenlenen bu esasların ilk üçü açık ve imzalı, diğer ikisi ise gizli ve imzasız olarak düzenlenmiştir.

 

        İlk protokolde genellikle İstanbul Hükümeti’nin Anadolu’dan istekleri yer almaktadır. Bu istekler; ordunun siyasetle uğraşmaması, İttihatçılığın ülkede tekrar canlandırılmaması, Temsil Heyeti’nin hükümeti küçük düşürecek beyanlarda bulunmaması, seçimlere müdahale edilmemesi, hükümet aleyhinde yazılar yazılmaması şeklinde ifade edilebilir.

 

        İkinci protokol ise tarafların ortaklaşa kararlaştırdıkları hususları içermektedir. Örneğin; Hıristiyanlara sosyal dengeyi bozacak ayrıcalıkların verilmemesi, Meclisin İstanbul’da toplanmasının uygun olmayacağı hususları gibi.

 

        Üçüncü protokol daha ziyade seçimle ilgilidir. Temsil Heyeti’nin seçimlere müdahale etmemesi, Hıristiyanların seçimlere katılmalarının sağlanması, İttihatçıların Tehcirle ilgili olanlarının seçilmemesine dikkat edilmesi gibi esaslar yer almıştır.

 

        Gizli ve imzasız olan dördüncü protokolde tamamen Temsil Heyeti’nin İstanbul Hükümeti’nden istek ve beklentileri yer almıştır. Bunların başlıcası, görevlerinden alınan ve mahkemeye verilen subaylar hakkındaki emirlerin düzeltilmesi, Malta sürgünleri hakkındaki kararın, kişilerin yargılanmasından sonra verilmesi, İzmir’den Yunanlıların çıkartılması için hükümetin protesto girişimlerinde bulunması, İstanbul’daki zararlı cemiyetlerin yayınlarının engellenmesi, Kuva-yı Milliye’nin mali açıdan desteklenmesidir.

 

        Yine gizli ve imzasız olan beşinci protokolde barış görüşmelerine gönderilecek kurulda bulunması gereken delegelerin isimleri yer almıştır.

 

        Salih Paşa İstanbul’a döndükten sonra taahhüt ettiği bu esasların bir çoğunu yerine getirememiş, ancak Meclis-i Mebusan ‘ın yeniden toplanabilmesi için çalışmaların başlatılmasını sağlamıştır. Ayrıca Amasya Görüşmeleri ile isyancılar olarak nitelendirilen Kuva-yı Milliyecilerin, İstanbul Hükümeti’nce muhatap kabul edilmesi, Temsil Hükümeti’nin varlığının meşrulaşması açısından önemlidir.

 

SİVAS KOMUTANLAR TOPLANTISI (16-29 KAsım 1919)

        Salih Paşa Amasya’da Meclis-i Mebusan’ın Anadolu’da toplanmasına çalışacağına söz vermiştir. Ancak hükümet ve padişah buna razı olmadıklarından, Meclisin nerede toplanacağı yeniden büyük bir soruna dönüşmüştür. Temsil Heyeti, meclisin toplanacağı yer ve seçimler hakkında ortaya çıkan görüş ayrılıklarını tartışıp, kesin karara varmak için, Milli Mücadele’ yi destekleyen kolordu ve tümen komutanlarıyla bir toplantı düzenlemeyi zorunlu görmüştür. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına M. Kemal’in kolordu ve tümen komutanlarıyla yaptığı toplantı sonunda sakınca ve tehlikesine rağmen, Meclis’ in İstanbul’da toplanması, milletvekillerinin İstanbul’da güven içinde yaşama görevini yapacakları ana kadar Temsil Heyeti’nin görevine devam etmesi, Paris Barış Konferansı’nın Türkiye hakkında olumsuz bir karar vermesi ve bu kararın meclis tarafından kabul edilmesi halinde milletin düşüncesinin öğrenilmesi ve ona göre hareket edilmesi esası kabul edilmiştir.

 

TEMSİL HeYeTİ’NİN ANKARA’YA GELİŞİ (27 Aralık 1919)

        Sivas Kongresi ve Amasya Görüşmeleri sonunda milli heyetin istekleri uygulanmaya başlamıştır. İstanbul’da Meclis-i Mebusan’ın bir an önce toplanabilmesi için hazırlıklar hızla devam ederken, Anadolu’dan seçilerek bu meclisin çalışmalarına katılacak olan milletvekilleri birer birer İstanbul’a hareket etmişler, temsilcilerini henüz belirlemeyen bölgelerde ise seçim işlerinin tamamlanmasına çalışılmıştır. Kısacası Anadolu tarafından hazırlanan milli teşkilatın programı, batıda hayata geçirilmeye başlanmıştır. Bu durumda M. Kemal, Temsil Heyeti’nin karargâhını, çalışmalarını daha yakından takip edebileceği uygun bir yere taşıma ihtiyacı duymuştur. Gelişmelerin en sağlıklı bir biçimde takip edilebileceği yer olarak da Ankara seçilmiştir. Çünkü Ankara, ulaşım ve haberleşme şartlarının elverişliği, Batı Cephesi’ne yakınlığı, şehir halkında Milli Mücadele ruhunun çok güçlü olması, İstanbul’a gidecek pek çok milletvekilinin yolunun üstünde yer alması gibi sebeplerden dolayı Heyet-i Temsiliye’ ye merkez yapabilecek bir şehir konumundadır.

 

        18 Aralık 1919’da Sivas’tan ayrılan ve 27 Aralık 1919 günü Ankara’ya ulaşan M. Kemal bu tarihten itibaren Ankara’yı Milli Mücadele hareketinin merkezi ve daha sonra da kurulacak olan yeni Türk Devleti’nin başşehri yapmıştır.

         SON OSMANLI MECLİS-İ MEBUSAN’ININ AÇILMASI ve MİSAK-I MİLLİ

        Seçilen 168 milletvekilinden, İstanbul’a ulaşabilen 72’sinin katılımıyla 12 Ocak 1920 günü çalışmalarına başlayan Meclis-i Mebusan’ın üyelerinden biri de Erzurum milletvekili olarak seçilmiş olan M. Kemal’dir. Ancak M. Kemal İstanbul’a gitmeyi ve Meclis-i Mebusan’ın çalışmalarına katılmayı düşünmemiştir. Daha önce Sivas Komutanlar Toplantısı’nda alınan kararlar gereğince, İstanbul’a gidecek olan milletvekilleriyle M. Kemal’in Ankara’da görüşmesi, milletvekillerinden M. Kemal’i İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ın başkanlığına gıyaben seçtirmelerinin istenmesi, Milli Teşkilatın şimdiye kadar kongrelerde aldığı kararları mecliste onaylatacak “Müdafaa-i Hukuk Grubu” adıyla bir grup oluşturmalarının sağlanması kararlaştırılmıştı.

          Anadolu’dan gelen milletvekilleri, meclis çalışmalarına başladıktan sonra M. Kemal’i gıyaben meclis başkanlığına seçtirmeyi başaramamışlardır. Mecliste tavsiyeler doğrultusunda Milli Mücadele’ yi destekleyen milletvekilleri bir grup oluşturmuşlardır. Ancak grubun adına tembih edildiği gibi Müdafaa-i Hukuk değil de, “Felâh-ı Vatan Grubu” adı verilmiştir. Felâh-ı Vatan Grubu’ nun meclise getirdiği, Temsil Heyeti’nin kurtuluş için ileri sürdüğü fikirler, grubun 22 Ocak 1920 tarihli gizli oturumunda ele alınarak son şekline kavuşturulduktan sonra, 28 Ocak 1920 günkü gizli oturumunda oy birliğiyle kabul edilmiştir. Böylece Misak-ı Millî adı verilen  belgenin Meclis-i Mebusan tarafından kabul edilmesiyle milli kurtuluş hareketi tam anlamıyla hukukî kimlik kazanmıştır.

Misak-ı Millî metninde yer alan kararlar şunlardır:

1)Osmanlı Devleti’nin Mondros Mütarekesini imzaladığı 30 Ekim 1918 tarihinde İtilâf Devletleri’nin işgali altında bulunan Arap çoğunluğun yaşadığı Osmanlı topraklarının geleceği, halkın serbestçe verecekleri oy ile belirlenmelidir. Bunun dışında, mütareke sınırları içinde kalan Türk ve İslâm ahalinin yaşadığı kısımlar hiçbir şekilde parçalanamaz bir bütündür.

2)Daha önce halk oyu ile anavatana katılmış olan Kars, Ardahan, Batum için gerekirse yeniden halk oyuna gidilmelidir.

3)Türklerle yapılacak barışa bırakılan Batı Trakya’nın durumu da, yine bölge halkının hür iradesi ile belirlenmelidir.

4)İstanbul ile Marmara Denizi’nin güvenliğinin tam olarak sağlanması şartıyla, boğazların dünya ticaret ve ulaşımına açılması konusu da, bizimle birlikte ilgili devletlerin ortaklaşa verecekleri karar geçerli olacaktır.

5)İtilâf Devletleri ile düşmanlarımız ve bazı ortakları arasında kararlaştırılmış olan anlaşma esasları çerçevesinde azınlıkların hakları, komşu ülkelerdeki Müslüman halkın aynı haklardan yararlanmaları şartıyla tarafımızdan kabul edilecektir.

6)Milli ve İktisadi gelişmemizin gerçekleşmesi ve daha düzenli bir irade şeklinde işleri yürütmemizi sağlayabilmek için, her devlet gibi bizim de gelişmemizin sağlanmasında tam bir serbestliğe sahip olmamız, varlı ve yaşamımızın esasıdır. Bu nedenle siyasi, iktisadi, sosyal gelişmemize engel olacak unsurlara karşıyız. Borçlarımızın ödeme şartları da, bu esaslara ters düşmemelidir.

 

        Osmanlı Mebusan Meclisi’nde Misak-ı Millî adıyla alınan kararlar bunlardır. Meclis toplanma aşamasındayken İngilizler ile ciddi bir problem yaşanmamıştır. İngilizler 1920 yılında Türklerle kalıcı barış yapmayı düşündükleri için, meclisin açılmasına, bu anlaşmanın meclis tarafından onaylanarak hukuki prosedürün tamamlanması açısından sıcak bakmışlardır. Çünkü İngilizler toplanacak meclisten teslimiyet kararına onay çıkacağı düşüncesindedirler.

           İSTANBUL’UN İŞGALİ ve MECLİS-İ MEBUSAN’IN DAĞITILMASI

        Meclis-i Mebusan, Misak-ı Milli kararlarını bir süre tehlikeli olacağı düşüncesiyle Türk ve dünya kamuoyuna duyurmamıştır. 17 Şubat 1920’de Misak-ı Millî kararları ilan edilmiştir. Meclis-i Mebusan’ dan teslimiyet kararı çıkmasını beklerken, Misak-ı Millî adı altında bir nevi bağımsızlık beyannamesinin çıktığını gören İngilizler, bu gelişmeden doğrudan Anadolu’daki Milli Mücadele taraftarlarıyla arası iyi olan Ali Rıza Paşa hükümetini sorumlu tutmuşlardır. Ali Rıza Paşa hükümeti artan baskılar yüzünden istifa etmek zorunda kalmıştır. İngilizler bununla da kalmayarak, 13 Kasım 1918’den beri fiilen işgalleri altında bulundurdukları İstanbul’u 15/16 Mart 1920 gecesi resmen işgal etmişlerdir. Aynı gün meclisi de basan İngilizler, ele geçirdikleri milletvekillerini Malta’ya sürmüşlerdir. Son Osmanlı Meclisi’nin İngiliz işgal ve baskınından kurtulabilen vekilleri 18 Mart 1920’de meclis çalışmalarını süresiz ara verilmesi kararı almışlardır.

                                    İLK T.B.M.M.’NİN AÇILMASI

             M. Kemal’in Meclis-i Mebusan’ın İstanbul dışında bir yerde toplanması gerektiği düşüncesinde ısrar etmesine rağmen, meclisin İstanbul’da toplanması kabul edilmek zorunda kalınmış ve M. Kemal korktuğu gelişme yaşanarak İstanbul işgal edilmiş ve Meclis-i Mebusan çalışmalarına süresiz ara vermiştir. Bu gelişme millet iradesinin tecelli etmesi imkanını ortadan kaldırmıştır. Dolayısıyla gelişmeler İngilizler’ in arzu ettiği yöndedir. İngilizler Damat Ferit Hükümeti’nin iş başına getirilmesini sağlatarak hazırlayacakları barış şartlarını İstanbul Hükümeti’ne rahatlıkla kabul ettirebilecekleri ortamı oluşturmuşlardır. Bir aksilik halinde Yunan kuvvetleri zaten saldırıya hazır bekletilmektedir. M. Kemal’den kaynaklanabilecek bir hareket için de Kuva-yı İnzibatiye adlı bir kuvvet hazırlanmıştır.

        Ancak Anadolu’ya geçtiği günden itibaren Milli Mücadele hareketini Türk Milletine mal etme kararı ile hareket eden M.Kemal boş durmamaktadır. Artık M.Kemal’in gençliğinden beri kafasında tasarladığı millet egemenliğine dayalı yeni bir devlet kurmanın zamanı gelmiştir. M..Kemal ilk adım olarak işe, 19 Mart 1920 de askeri ve sivil yetkililere bir genelge göndermekle başlamıştır. Bu genelge ile durumu yetkililere izah eden M..Kemal, Ankara’da her livadan seçilerek belirlenen beşer temsilcinin bir kurucu meclis oluşturulacağını açıklamıştır. Bu genelgenin yayınlanmasından sonra hızla seçimlere başlanmış ve seçilen üyeler Ankara’ya ulaşmaya çalışmışlardır. M..Kemal 21 Nisan ‘da ikinci bir genelge daha yayınlayarak, meclisin 23 Nisan 1920 Cuma günü çalışmalara başlayacağını açıklamıştır. 23 Nisan günü Ankara’ya ulaşabilen 78 üyenin katılımı ile ilk BMM resmen açılmıştır.

 

İlk TBMM ‘nin Özellikleri

 

1.Milli bir meclistir:

 

İlk Meclisin üyeleri tamamı ile Türklerden oluşturmuştur. 1876 tarihli I.Meşrutiyet Meclisinde 130 üyeden 50 si gayr-ı müslimdir. Gayr-ı müslim üyeler bu konumlarını kullanarak birtakım ayrılıkçı emellerini gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Bu nedenle II.Abdülhamit o dönemki Meclis-i Mebusanı feshederek, memleketin parlamento aracılığı ile parçalanmasını engellemek istemiştir.II.Meşrutiyet Meclisinde de durum bundan farklı değildir. İlk BMM de gayr-ı müslim milletvekili yer almamıştır.

 

2.İlk Meclis İdealist ve Demokratik Bir Meclistir:

 

İlk TBMM çok zor şartlar altında, fakat demokratik kurallar ile yapılan bir seçim sonunda kurulmuştur. Halkın sosyal yapısı göz önünde bulundurulduğunda, hemen her kesimden, her tabakadan üye meclis çatısı altında görev yapmıştır. İlk meclisin üye sayısı 390 dır. Bu üyeler farklı inanç ve görüşe sahiplerdir. Ancak tüm üyelerin birleştiği tek nokta memleketin esaretten kurtarılması, bağımsızlığına kavuşturulmasıdır. Zaman içerisinde meclisteki görüş ayrılıkları guruplaşmalara yol açmıştır. Bu gruplar Tesanüt, İstiklal, Halk Zümresi, Islahat Grubu ve Müdafaa-i Hukuk grubudur.

 

3.Olağanüstü Şartların Meclisidir:

 

İlk meclis yasama, yürütme, yargı yetkilerini ülkenin içinde bulunduğu olağanüstü şartlar nedeniyle kendi bünyesinde toplamıştır. Yasama yetkisini çıkardığı kanunlar ile kullanan meclis, yürütmeyi bir hükümete veya bakanlar kuruluna vermemiş, İcra Vekilleri Heyeti adıyla bir kurul oluşturarak,ona bırakmıştır.Ancak meclis, bakanları her an denetleyebilmekte ve gerektiğinde sorgulayabilmektedir.İstiklal Mahkemesi hakimlerinin meclis tarafından atanması suretiyle, meclis yargı yetkisini de üzerine almıştır.

 

4.Meclisin Temeli Fedakarlık Esasına Dayanmaktadır:

 

İlk Meclisin vekilleri yokluklar içerisinde varolmaya çalışan bir milletin temsilcileridirler. Milletvekilleri Ankara’ya bin bir güçlükle gelebilmişlerdir. Çoğunun yatacak yeri yoktur. Meclis Başkanının kullandığı otomobilden başka motorlu araç bulunmamaktadır. Sekiz ay maaşsız çalışan milletvekilleri, bir yıl sonra 100 lira olan maaşlarının % 20 sini bütçe açığını kapatmak için yine devlete vermişlerdir.

 

5.Kahraman Bir Meclistir, Kültür Düzeyi Yüksek Seviyelidir:

 

Çok zor şartlar altında biraraya gelen, memleketin bağımsızlığına kavuşması için gerekirse ölümü göze alabilen vatansever ve kültür düzeyi yüksek milletvekillerinden oluşmuş bir meclistir. Genç milletvekillerinden oluşmuştur. Yabancı dil bilenlerin oranının yüksek olduğu seviyeli bir meclistir.

 

6.İnkılapçı bir meclistir:

 

TBMM kurucu bir meclistir. Bu yetkisine dayanarak, egemenliğin kaynağını tek kişiden alıp, millete vermiş, asırlardır süren saltanatı sona erdirmiştir.

 

İlk TBMM nin Faaliyetleri

 

        TBMM öncellikle Anadolu’daki asayişsizliği ortadan kaldırmak için harekete geçmiş ve 23 Nisan 1920de “Hiyanet-i Vataniye Kanunu” nu çıkartmıştır. Bu yasayı uygulamak üzere 11 Eylül 1920’de İstiklal Mahkemeleri kurulmuştur.

 

Meclis 7 Haziran 1920’de çıkarttığı bir yasa ile ,Osmanlı Devleti ile yapılan her çeşit sözleşmeyi,  ayrıcalığı, yer altı kaynaklarının  verilmesi gibi açık  ya da gizli yapılmış her türlü anlaşmayı, 16 Mart 1920 tarihinden  itibaren olmak üzere  geçersiz saymıştır.

 

Böylece bütün yabancı devletler  Ankara ile ilişki kurmak ve anlaşmak mecburiyetinde kalmıştır.

 

  İlk meclis 20 Ocak 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (Anayasa) çıkarılıncaya kadar , Osmanlı Kanun-u Esasisi’nin millet idaresi ile çelişmeyen hükümlerden yararlanmış , bu tarihten sonra yeni kanunlar ,yeni yasaya dayanılarak çıkarılmıştır.

                                                           

TBMM nin Varlığına Yönelik İç İsyanlar

 

          TBMM’nin kurulduğu ilk günlerde,önünde karşı karşıya kaldığı iki önemli mesele vardır. Birincisi yurt içinde asayişi ve otoriteyi sağlamak, ikincisi ise düzenli orduyu oluşturarak, Milli Mücadele hareketinin başarıya ulaştırılmasını sağlamaktır. Ankara’da ilk BMM’ nin açılmasıyla, yeni Türk Devleti’nin kurulması, İstanbul’daki Damat Ferit Paşa hükümetini ve İtilaf  Devletlerini rahatsız etmiştir. Bu güç odakları Anadolu’daki gelişmelere engel olmak için birtakım isyanların çıkarılmasında etkin rol oynamışlardır. Ayrıca başlangıçta Kuva-yı Milliyeci iken kişisel menfaatleri yüzünden TBMM’ nin varlığından rahatsız olanlar da olmuştur. İşte 1919 sonlarında başlayıp, 1920 sonlarına kadar süren, zaman  zaman 1921 yılının ilk aylarında da görülen isyan hareketlerinin hepsinde, Anadoludaki yeni yapılanmadan duyulan rahatsızlık yatmaktadır.

 

         Saf vatandaşları ayaklanmaya iten etkenlerin başında ise, İngilizlerin yurt genelinde yaptıkları propogandalar gelmektedir. Bu propogandalarla  İngilizler halkı kullanarak Türk toprakları üzerinde emellerini gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Boğazları ellerinde tutmak isteyen İngilizler, Anadolu’da  kurulacak olan devletten gelebilecek tehlikeleri önlemek için  Marmara’nın doğusunda iki tampon bölgeye ihtiyaç duymuşlar, Biga ve Gönen çevreleri ile Düzce ve Hendek bölgelerinde yaşayan  saltanata bağlı halkı infsızca kışkırtmışlardır.Yine doğuda kurulması düşünülen  Kürt ve Ermeni devletlerinin kurulmasını kolaylaştırmak için , bölge halkı Fransız ve İngilizlerin öncülüğünde kışkırtılmıştır.Orta  Anadolu halkı ise dini duyguları kötüye kullanılmak suretiyle isyana sevkedilmiştir. Bu ayaklanmaların başlıcaları şunlardır:

 

 1-Bozkır Ayaklanması

 2-Şeyh Eşref Ayaklanması

 3-Anzavur Ayaklanması

 4-Bolu-Düzce Ayaklanması

 5-Yozgat Ayaklanması 

 6-Zile Ayaklanması

 7-Milli Aşireti Ayaklanması

 8-Konya Ayaklanması

 9 -Demirci Mehmet Efendi İsyan

10-Koçgiri Ayaklanması

11-Çerkez Ethem Ayaklanması

12-Rum-Pontus ayaklanması.

 

            Yeni Türk Devleti’nin o dönemde çok sınırlı bir güce sahip olmasına rağmen,bu ayaklanmaların hepsi de başarıyla etkisiz kılınmıştır. Ancak bu ayaklanmalar yüzünden Milli kuvvetler bir yılı aşkın bir süre gereksiz meşgul edildiği için Milli Mücadele hareketi gecikmiştir. Eldeki askeri imkanlar bu isyanlar yüzünden tüketilmiştir.

 

Düzenli Ordunun Kurulması

 

          İzmir’in 15 Mayıs 1919’da Yunanlılar tarafından işgaline Osmanlı kuvvetleri engel olamamışladır. Fakat Kuva-yı Milliye adı verilen direnişçi güçler,ordudan terhis edilen subayların öncülüğünde harekete geçerek,işgal kuvvetlerine karşı direnişe geçmişlerdir. Kısa sürede düşmana karşı gönüllü silaha sarılan sivil ya da asker vatanseverlerin oluşturduğu Kuva-yı Milliye’nin sayısı artmıştır. Ancak belirli bir merkezden yönetilmeyen bu düzensiz kuvvetler,farklı insan gruplarından oluşmakta olup,askeri bir eğitimden geçirilmemiştir.

Ayrıca Kuva-yı Milliye ağır silahlardan da yoksundur.

 

         O günkü şartlarda Kuva-yı Milliye’den düzenli orduya geçmek zordur. Elde bulundurulan ordu iskelet durumundadır. Kadrolar firarlar yüzünden boştur. Bu nedenle Firariler Kanunu çıkarılmış,iç güvenliği sağlayacak Seyyar Jandarma Müfrezeleri oluşturulmuştur. Ayrıca Ankara’da da  subay yetiştirmek üzere bir okul açılmıştır. TBMM’nin açılmasından sonra ordunun ihtiyaçlarının hükümet tarafından karşılanmasına ve Kuva-yı Milliye’nin Savunma bakanlığına bağlanmasına karar verilmiştir. Buna karşılık Çerkez Ethem gibi düzenli

orduya karşı olanlar da vardı. Bu yüzden BMM Hükümeti aldığı bir kararla Batı Cephesini,Güney ve Batı Cephesi Komutanlıkları adı altında teşkilandırıp,Güney Cephesi Komutanlığına Refet Paşa’yı,Batı Cephesi Komutanlığına da İsmet Paşa’yı atamıştır. Bu tarihten itibaren düzensiz birlikler hızla kaldırılarak,milli ordunun kurulması tamamlanmıştır.

                                     SEVR ANTLAŞMASI

              I.Dünya Savaşı yıllarında İtilaf Devletleri Osmanlı topraklarının paylaşımı konusunda aralarında bir takım gizli antlaşmalar yapmışlardı. Mondros  Mütarekesi’nden sonra İtilaf Devletleri bir yanda gizli antlaşmalar doğrultusunda işgallerini  sürdürürken, bir yandan da dünyayı yeniden şekillendirmek üzere aralarında müzakereler düzenlemişlerdir.Bu görüşmelerden ilki 18 Ocak 1919’da yapılan Paris Barış Konferansıdır.Bu konferansın gerçek yönlendiricileri A.B.D.,İngiltere,Fransa ve İtalya’dır.Gerek Osmanlı topraklarını şekillendirme,gerekse gizli paylaşım projeleri üzerinde önceden aralarında görüş birliği oluşturulmuş olan dört büyükler,savaştan sonra ortaya çıkan yeni durumlar yüzünden anlaşmazlığa düşmüşlerdir.Anlaşmazlık daha ziyade I. Dünya Savaşı dışında kalan Rusya’ya İstanbul Antlaşmasıyla verilen topraklarının geleceğinin belirlenmesi, İzmir’e çıkarılması kararlaştırılmış olan İtalyanların yerine,Yunanlıların çıkarılmasının daha uygun görülmesi ve Wilson’un ortaya attığı prensipler doğrultusunda hareket edilmesi halinde Türk topraklarının paylaşılması değil,Türk sınırlarının milliyet esasına göre yeniden belirlenmesi gerektiği konularından çıkmıştır.Bu görüş ayrılıkları yüzünden ABD görüşmelerden çekilmiştir.

 

            Osmanlı Devleti ile yapılacak barış şartlarının belirlenmesi konusunda Paris Barış Görüşmeleri’nden sonuç alınamaması İngilizleri İtilaf Devletlerini konuyu görüşmek üzere Londra’da yeniden bir araya getirmeye itmiştir. 12 Şubat 1920’de yapılan görüşmelerden de olumlu bir sonuç alınamamıştır.18 Nisan 1920’de San Remo’da bir araya gelme kararı alan İtilaf Devletleri ,burada Osmanlı Devletine kabul ettirecekleri Sevr antlaşmasının esaslarını belirlemişlerdir.Bu kararları Türk tarafına bildirmek üzere İtilaf Devletleri,Türk Barış Heyetini 22 Nisan’da Fransa’ya davet etmişlerdir.Ankara Hükümeti bu görüşmelere delege olarak ancak  Tevfik Paşa’nın gitmesini kabul ettiğinden, Tevfik Paşa bu şartların bağımsız bir tarafından kabul edilemeyeceğini İstanbul’a bildirmiştir.Böylece Tevfik Paşa başkanlığındaki heyet bir şey yapamadan geri dönmüştür.Daha sonra Damat Ferit Paşa,heyet başkanı olarak kendisi Fransa’ya gidip,İngiltere ve ortakları nezdinde  barış şartlarını  hafifletmeye çalışmışsa da bir sonuç alınamamıştır.İtilaf Devleri Türklere 27 Temmuz tarihine kadar süre tanırken, antlaşmanın imzalanması için baskı yapmak amacıyla da, Yunan kuvvetlerine batı Anadolu’da yeniden hareket emri vermişlerdir. Hükümet, İtilaf devletlerinin barış şartlarında değişiklik yapmayacağını anlayınca, 20 Temmuz’da antlaşmanın imzalanması yönünde tavsiye kararı almıştır. 10 Ağustos 1921’de galip devletlerin şartlarını belirlediği Sevr Antlaşması Osmanlı Devletince imza edilmiştir. Böylece Osmanlı toprakları kağıt üzerinde paylaşılmıştır.

 

            Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşındaki yenilgisinden ötürü Sevr Antlaşmasıyla çok ağır bir biçimde cezalandırılmıştır. Bu anayasanın yürürlüğe girebilmesi için, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nca da onaylanması gerekmekteydi. Oysa Millet Meclisi artık Ankara’da  idi. Ve bu hükümet kendisinin kabul etmediği bu anlaşmanın, Türk Milleti tarafından da kabul edilmiş sayılmayacağını İtilaf Devletlerine bildirmişti. Damat Ferit Hükümeti bir süre Sevr Antlaşmasının şartlarını uygulamaya çalışmışsa da Misak-ı Milli parolasıyla hareket eden BMM hükümeti karşısında başarılı olamamıştır.TBMM 19 Ağustos 1920’de aldığı bir kararla bu antlaşmayı onaylayan tüm Osmanlı Devlet adamlarını vatan haini ilan etmiş ve vatandaşlık haklarından yoksun kılmıştır.

 

            Sevr anlaşmasının önemli bazı maddeleri şunlardır:

 

1)      İstanbul, Osmanlı Devletinin başkenti olarak kalacak, fakat azınlıkların haklarının korunmaması halinde şehir Türklerin elinden alınacaktır.

2)      Boğazlar bir komisyon tarafından yönetilecek, savaş ortamında bile tüm devletlerin gemilerine açık tutulacak, boğazlar bölgesindeki Osmanlı jandarması işgal güçlerine bağlı kalacaktır.

3)      Suriye, Fransa’ya bırakılacak, sınır, Mardin-Urfa-Antep hattını takip ederek Cebelibereket’in kuzeyinden geçecektir.

4)      İzmir ve Ege bölgesinin önemli bir kısmı, Doğu Trakya Yunanistan’a bırakılmaktadır.

5)      Arabistan ve Irak İngiltere’ye bırakılmaktadır.

6)      Doğu illerinin bir bölümünde (Van,Erzurum,Bitlis ve Trabzon) havalisi bir Ermeni Devleti kurulmasına izin verilmektedir.

7)      Mecburi askerlik hizmeti kaldırılarak Osmanlı devletinin elinde 50000 kişilik bir ordu bulundurulmasına izin verilecektir.

8)      Kapitülasyonlardan tüm ülkeler yararlanabileceklerdir.

9)      Devletin mali işleri İngiliz, Fransız, İtalyan ve bir Osmanlı temsilcisinden oluşan bir komisyona bırakılmakta olup Osmanlı bütçesi üzerindeki son söz hakkı bu komisyona ait olmaktadır.

10)  Azınlıkların sosyal siyasi ve kültürel hakları genişletilmektedir.Osmanlı devletinin azınlıklara karışma hakkı elinden alınmaktadır.

 

        Yukarıda önemli bazı maddeleri verilen Sevr Antlaşması Osmanlı devletini yok sayarak topraklarının yağmalanmasını öngörmüş ve onu İtilaf Devletlerinin eline teslim etme gayesini gütmüş bir antlaşmadır. Bu antlaşmanın Osmanlı devletine kabul ettirilmesi Anadolu’daki Milli mücadele azmini kuvvetlendirmiştir.

 

                                   Türk-Sovyet İlişkileri Doğu Cephesi

 

            Sovyetler daha Ankara’da TBMM açılmadan önce Türkiye ile ilgilenmeye başlamışlardır.1 Mayıs 1919 günü dünya işçilerine hitaben yayınladığı demeçte Türk işçi, asker ve köylüsünü ayrı bir paragraf ayıran Sovyet hükümeti Anadolu’daki milli kımıldanışı kastederek Türkiye’den başlattıkları ihtilalin sonunu getirmelerini istemişti. Sivas Kongresi’nin bitiminden 2 gün sonra Türk işçi ve köylüsüne hitaben ikinci bir demeç yayınlayan Sovyet Rusya bu demecinde de İngiltere’ye ve özelliklede İstanbul Hükümetine hücum etmektedir.Bu demeçler Sovyetlerin,Erzurum ve Sivas Kongreleri ile başlamış olan Milli Mücadeleyi desteklemeye hazır oldukları kanaatini uyandırmıştı.Çünkü Rusya bu demeçte bütün işin Türk işçi ve köylüsünün çabasına kaldığını belirlemekte ve Rus Hükümetini Türkiye’ye kardeşlik elini uzatmaya hazır olduğunu vurgulamaktadır.Nitekim Sovyetlerin 13 Eylül 1919 tarihli demecinin anlamı,Sovyet Dış İşleri Bakanı’nın 1919 Aralık’ında hazırladığı bir raporda daha açık ifade edilmiştir. Çiçerin bu raporda,doğuda Avrupa ve Amerikan Kapitalizmine karşı kıpırdanışın daha somut bir biçimde ortaya çıktığını belirterek,mücadelelerinde Türklere yardım etmek arzusunda olduklarını,Onlara samimi bir biçimde bildirdiklerini ifade etmektedir.Ancak Rusları bu denli cesaretlendiren ve açık konuşmaya iten olayın,Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi sırasında yaptığı’’bağımsızlığını tehlikede gören Rus Milletinin silaha sarılarak,zafere ulaştığı’’şeklindeki bir beyanatından kaynaklandığı açıktır.

 

            Türkiye ile Sovyetler arasında bir yakınlaşma ihtimalinden rahatsızlık duyan İngilizler,Ruslarla 1920’de yaptıkları Ticaret Antlaşmasına,Kemalistlere yardım etmemeleri şartını koydurmaya çalışmışlarsa da,bunu Sovyetlere kabul ettirememişlerdir.Ancak Mustafa Kemal’i Sovyet Rusya’ya yaklaşmaya iten olay,İngilizlerin 16 Mart 1920’de İstanbul’u resmen işgal etmeleridir.Bu gelişme Türkiye’yi Sovyetlerle temasa geçmeye mecbur etmiştir.

 

            TBMM’nin açılmasından üç gün sonra,Mustafa Kemal Lenin’e gönderdiği bir mektupla,Ankara ve Moskova arasında normal münasebetlerin kurulmasını,yabancı emperyalizmine karşı ortak mücadele edilmesini istemiş,Ankara Hükümeti’nin Misak-ı Milli’ye dayanan politikasını Sovyetlere iletmiştir.Mustafa Kemal’in Lenin’e hitaben yazdığı bu mektuba,3 Haziran 1920’de Sovyet Dışişleri Bakanı Çiçerin cevap vermiştir.Bu mektupla Sovyet Hükümeti,TBMM Hükümetini resmen tanımış ve iki hükümet arasında diplomatik münasebetler resmen kurulmuştur.Bununla birlikte Çiçerin’in mektubunda herhangi bir ittifaktan söz edilmemiştir.O dönemde Sovyetlerin Ankara ile bir siyasi veya askeri ittifaktan kaçınmalarının bazı sebepleri vardır.Böyle bir ittifak Rusya’nın,İngiltere ile yapacağı Ticaret Antlaşmasının  geleceğini tehlikeye sokabilirdi.Ayrıca Sovyetler Kominist olmayan ülkelerle ittifakı kendileri açısından uygun görmemekteydiler.Rusya Türkiye’nin mücadelesinde başarılı olup olamayacağı konusunda şüpheler taşımaktaydı.

 

            Haziran ayı başlarında Ankara ile Moskova arasında resmi ilişkilerin kurulmuş olmasına rağmen,Ankara Hükümeti 1920 de Sevr Antlaşmasını imzalamak üzere Fransa’ya hareket eden  Osmanlı temsilcilerinin antlaşmaya imza koymaları halinde,duruma ancak kuvvet kullanarak karşı koyabilecekleri inancındadır.Bu kuvvetin sağlanabilmesi için de Ankara Hükümeti,Sovyet Rusya’dan yardım alınması mecburiyetini hissetmektedir.Bu sebeple ihtiyacımız olan para ve her çeşit savaş malzemesinin temini gayesiyle,Dışişleri Başkanı Bekir Sami Bey başkanlığında bir delegasyon,11 Mayıs’ta Ankara’dan hareket ederek,19 Temmuz’da Moskova’ya ulaşmıştır.Dostluk Antlaşması’nın esaslarının 24 Ağustos’ta hazırlanmış olmasına rağmen,Bekir Sami Bey’in bu antlaşmayı imzalaması mümkün olmamıştır; çünkü Sovyetler antlaşmanın imzalanmasına karşılık Bitlis, Van ve Muş illerinin Ermenistan’a bırakılmasını istemişlerdir. Bu gelişme bir süreden beri askıya alınmış olan Ermeni Sorunu’nun halledilmesi mecburiyetini gündeme getirmiştir.

 

                                            ERMENİ MESELESİ

 

A)Ermeniler Hakkında Genel Bilgi

 

           Anadolu’nun Türkler tarafından fethinden sonra burada yaşayan Ermeniler için yepyeni bir dönem açılmıştır. Hıristiyan alemi Ortaçağın karanlığı ile boğuşurken, İslam dünyası insani değerlerin güzelliklerini yaşamakta, hakimiyeti altındaki insanlarda , bu hoşgörü ortamından en üst seviyede yararlanmaktadırlar. Böyle bir dönemde Türklerle tanışan Ermeniler Anadolu’da Selçuklu idaresinde ve 19. yüzyılın ikinci yarısının sonlarına kadar da Osmanlı idaresinde huzur ve güven içinde varlıklarını, dil, din ve kültürlerini sürdürmüşlerdir. İstanbul’un Fatih Mehmet Sultan tarafından fethinden sonra Bursa’dan, İstanbul’a getirilip yerleştirilen Ermeniler Bizans idaresinde sahip olmadıkları dini hürriyetlerine kavuşmuşlardır. Ermeniler diğer azınlıklardan daha fazla Türklerle kaynaşıp, anlaşarak Osmanlı Devletinin güvenini kazanmışlardır. Tarım, ticaret, kuyumculuk gibi işlerle uğraşıp zenginleşen Ermeniler, Türklerden daha rahat bir hayat sürmüşlerdir.1856’dan sonra yüksek devlet memurluklarına ve elçiliklere atanan Ermeniler, milletvekili ve hatta bakan bile olmuşlardır. Osmanlı Devleti de Ermenileri, devlete bağlı unsurlar olarak görmüş ve Ermeniler devlet yöneticilerince Millet-i Sadıka (Sadık Millet) olarak isimlendirilmişlerdir. Nitekim Osmanlı Devleti egemenliğinde yaşayan diğer Hıristiyan unsurlar hep ayrılıkçı hareketlere giriştikleri halde, Ermeniler bu doğrultuda en son harekete geçen etnik unsur olmuşlardır.

 

B)I. Dünya Savaşı Öncesi Ermeni Meselesi

 

Balkanlarda Osmanlı Devletine bağlı çeşitli etnik unsurların ayrılıkçı faaliyetleri, milliyetçilik ruhu Ermenileri de etkilemiştir. Ancak devlet tarafından kendilerine Millet-i Sadıka denilen bu etnik unsurun Osmanlı devletine karşı isyan noktasına gelmesinde Rus ve İngiliz kışkırtmalarının rolü büyüktür.18. yüzyılın başlarından itibaren sıcak denizlere inme politikasını benimseyen Rusya, bir türlü politikasını gerçekleştirememiştir. Bu da Rusya’yı sıcak denizlere inme politikasını gerçekleştirmede Ermenileri bir araç olarak kullanmaya itmiştir. Doğu Anadolu’da Rusya kontrolünde kurulacak bir Ermeni Devleti, Rusların doğu Akdeniz’e ve Basra Körfezine inmelerini sağlayabilirdi. Bu noktadan hareketle Rusya, Balkanlar’da Osmanlı tebaası olarak yaşayan Slav kökenli unsurları kışkırtarak, Osmanlı’ya karşı batıda oluşturduğu baskıyı, doğuda da Ermenileri kullanarak oluşturmayı düşünmüştür. Rusya’nın bu çabaları boşa gitmemiş, Rusların etkisinde kalan Ermeniler 1862’de Zeytun’da 1863’de de Van’da ilk ayaklanma girişiminde bulunmuşlardır. 1860’dan itibaren hızla örgütlenmeye başlayan Ermenilerin teşkilatlanmasında din adamlarının rolü büyük olmuştur.

Balkanlardaki ve Doğu Anadolu’daki faaliyetlerinin semerisini kısa bir süre sonra gören Ruslar; Osmanlı Devletine karşı yöneltecekleri bir saldırıda Balkanlardaki Slav kökenli unsurların ve Kafkasya’daki Ermenilerin desteğini elde etmişlerdir. Tabi bu hizmetler karşılığında Rusya, Doğu Anadolu’da yaşayan Ermenilere muhtariyet verilmesini sağlayacaktır. Bu plan 1977-88 Osmanlı-Rus Savaşı’nda uygulanmıştır. Bu savaşta Osmanlı kuvvetleri yenilince, Ruslar batıda İstanbul önlerine, Doğuda da Erzurum’a kadar ilerlemişle, Ermeni Patriği aracılığı ile “ya Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan kurulmasını, ya da bu bölgenin Rus kontrolüne alınmasını” istemişlerdir. Savaştan sonra Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan Ayastefanos Antlaşması’nın 16. Maddesi ile Osmanlı Devleti Ermeniler lehinde yenilikler yapacak, Rusya’da bu düzenlemelerin güvencesi olacaktır. Bu antlaşmanın uygulanması halinde Rusların güneye inme imkanı bulacağını anlayan İngilizler, Ayastefanoas Antlaşmasını Berlin Antlaşması ile değiştirerek, Rusya’nın güneye inmesini olduğunca önlemek istemişlerdir. Berlin Antlaşması yalnız Ermeniler lehinde yenilikler yapılmasını öngörmektedir. Bu durum muhtariyet bekleyen Ermenileri hayal kırıklığına uğratmıştır. Ancak Ermeniler muhtariyet kararını çıkartamamış olsalar da, kendilerine şimdi İngiltere gibi yeni ve güçlü bir koruyucu bulmuşlardır.

1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’na kadar bölgede zayıf bir Osmanlı Devleti’nin varlığından yana bir politika izleyen İngilizler, bu savaştan sonra politikalarını değiştirerek, Osmanlı Devleti’ni yıkma politikalarını uygulamaya koymuşlardır. Doğu Anadolu’da İngiltere’nin himayesinde oluşturulacak bir Ermeni Devleti, Bu İngiliz politikasının gerçekleşmesinde faydalı olabilecektir.

Berlin Antlaşması ile umduklarını bulamayan Ermenilerin, 1870 ve 1880’li yıllarda teşkilatlanma ve ayaklanmalarında artış görülmüştür. Çünkü II. Abdülhamit’in Berlin Konferansının Ermenilerle ilgili kararını yürürlüğe koymaması, Ermenileri amaca ulaşmak için tek yolun şiddet kullanılması olduğu anlayışına yöneltmiştir. Bu nedenle de 1877-78 tüm dünya tarihçilerinde Osmanlı Devleti’nde bir Ermeni meselesi çıkışı açısından dönüm noktası sayılmaktadır. Ermeni terör hareketlerini organize eden Hınçak ve Taşnak Komitelerinin kurulması da bu tarihten sonra gerçekleşmiştir. Taşnak komitesinin 1892 yılındaki toplantısında Türkiye’deki Ermenilerin silahlandırılması, Türk devlet adamlarına karşı suikastlar planlanması ve büyük bir silahlı ayaklanma için hazırlık yapılması kararı alınmıştır. Ermenilerin bu karar doğrultusundaki çalışmaları Osmanlı hükümeti tarafından yakından takip edilmiş, olayların büyümeden engellenmesine çalışılmıştır. Ancak Osmanlı Devleti’nin bu tutumu Avrupa’da ve Rusya’da hoş karşılanmamış, hükümetin aldığı kararları bir soykırım gibi algılamak isteyen İngiltere, Rusya ve Fransa 1895’te Osmanlı Devletine bir nota vererek, Berlin Antlaşmasında söz konusu olan Ermenilerle ilgili düzenlemelerin gerçekleştirilmesini istemişlerdir. Osmanlı Devleti’nin bu notayı, iç işlerine müdahale olarak değerlendirip, ciddiye almamasıyla Ermeni komitalarının isyanları yeniden hız kazanmıştır. İkinci Sason İsyanı, II. Abdülhamit’e yönelik Yıldız suikasti bu dönemde gerçekleştirilmiş Ermeni terör olaylarıdır.

         II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yönetimde etkili olan İttihatçılar, Ermeniler lehine ılımlı bir tutum sergilemeye başlamışlar, hürriyetin her sorunu çözeceğine inanmışlardır. Ancak Ermeniler hürriyetin sağladığı ortamdan da yararlanarak, kendi ayrılıkçı emellerini gerçekleştirme doğrultusunda çalışmaya devam etmişlerdir. Nitekim 1909 Adana isyanı, Müslümanlarla, Ermeniler arasında karşılıklı çatışmaya dönüşmüş ve çok sayıda Ermeni bu olaylarda hayatını kaybetmiştir. Olaylar batıya abartılı olarak ve Türkler aleyhinde intikal ettirilmiştir. Avrupalıların müdahalesinden korkan İttihatçılar, batılıları tatmin etmek için soruşturma başlatıp, Ermenileri değil de, Ermeniler karşısında kendilerini savunan Türkleri bulup cezalandırma yoluna gitmişlerdir. Bu suretle II. Abdülhamit devrinde nispeten kontrol altına alınıp, geri plana itilmiş Ermeni meselesi yeniden alevlendirilmiştir. Ermeni komitaları bu tarihten itibaren yurt dışındaki faaliyetlerini de yoğunlaştırmıştır. Ermeniler, I. Dünya Savaşı’nın başladığı sırada Osmanlı Devletine karşı yine iki yüzlü tutumlarını sürdürmektedirler. Patrikhane ve Ermeni komitaları, Osmanlı Devleti’nin İtilaf Devletlerine karşı I. Dünya Savaşına girmesi halinde, hükümete sadık kalma kararı almışlardır. Aldıkları bu kararla hükümete güven verirken, kendi amaçları doğrultusunda doğacak muhtemel bir fırsatı da, en iyi şekilde değerlendirmek üzere bütün hazırlıklarını tamamlamaya çalışmışlardır. Osmanlı Devleti seferberlik ilan ettiğinde hemen harekete geçen Ermeni komiteleri, bütün şubelerine şu direktifi vermişlerdir: “Türk ordusu ile Rus ordusu arasında savaş başladığında silahlı Ermeni çeteleri cephe gerisinde harekete geçerek, Türk ordusunu iki ateş arasında bırakacaktır. Türk ordusunda silah altında olan Ermeni asıllı askerlerin kaçabilenleri, silahlarıyla birlikte çetelere katılacaklar, kaçmayı başaramayanlar ise İtilaf Devletleri lehinde casusluk yapacaklardır”. İşte Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na katılmasından sonra içerideki Ermeniler, alınan bu karar doğrultusunda İtilaf Devletleri lehine casusluk yapıp, onlardan aldıkları emir doğrultusunda hareket ederlerken, Osmanlı sınırları dışındaki Ermenilerde İtilaf devletleri tarafından silahlandırıldıktan sonra intikam alayları kurarak, Kafkasya ve İran sınırında  toplanmaya başlamışlardır.   

 

C)I. Dünya Savaşı Sırasında Ermeni Meselesi-Tehcir

 

           1915’te Doğu cephesinde artan Ermeni olayları yüzünden, Osmanlı Devleti’nin Rusya ile cephedeki savaşı sürdürmesi hemen hemen imkansızlaşmıştır. Osmanlı Devleti’nin patrikhaneyi uyararak olayları sona erdirmeleri, aksi takdirde etkin tedbirler alınmak zorundan kalınacağı uyarısı da sonuç vermemiştir. Uyarıların dikkate alınmadığını gören Osmanlı yönetimi komite merkezlerini kapatıp, çeteleri dağıtmaya çalışmıştır. Ancak olaylar hiçbir biçimde önlenememiştir. Bunun üzerine iktidardaki Talat Paşa Hükümeti 14 Mayıs 1915’te Ermenileri savaş ortamından uzaklaştırmak için “Tehcir Kanunu” çıkartmıştır. Bu kanunla hükümet emirlerine ülke savunmasına ve güvenliğin sağlanmasına karşı hareket edenlerin, diğer önlemlerle durdurulamaması halinde fert fert veya toplu biçimde zorunlu olarak başka bölgelere göçe tabi tutulması uygun görülmüştür. Kanunla bölgedeki komutanlara büyük yetkiler tanınmıştır.

Tehcir Kanunu başlangıçta sadece Doğu Anadolu Bölgesindeki Ermeniler için çıkarılmıştır. Ancak 1915’te Çanakkale Savaşları sırasında İngiliz ve Fransız donanmalarının Çanakkale önlerine geldikleri sıralarda ve gerekse aynı tarihlerde Sinop’un Ruslar tarafından bombalanması sırasında Ermenilerin yurt genelinde yaptıkları taşkınlıklar, sorunun sadece Doğu Anadolu’ya has bir sorun olmadığını göstermiş ve tehcirin yurt genelinde uygulanmasına karar verilmiştir. Yerlerinden alınarak, en yakın demiryolu istasyonuna kadar taşınan Ermeniler, buradan trenlere bindirilerek Suriye ya da Kafkasya’da ki savaş alanı dışındaki Osmanlı topraklarına götürülüp,  yerleştirilmişlerdir. Alınan bütün tedbirlere rağmen, bu zorunlu göç sırasında istenmeyen sorunlar yaşanmıştır. Türklere karşı silahlanmış ve dağa çıkmış Ermeni çeteleri göçü engellemek için , göç konvoylarına saldırmışlar, konvoydaki Ermenilerinde harekete geçmesiyle, güvenlik güçleri ile Ermeniler arasında silahlı çatışmalar gerçekleşmiştir. Doğal olarak pek çok insan hayatını kaybetmiştir. Bu olaylar özellikle 1960’lardan sonra dünya kamuoyuna Türklerin Ermenilere yönelik bir toplu soykırımı olarak anlatılmıştır. Oysa bu olaylarda ölen Türk sayısı, Ermeni kayıplarından daha fazladır.

Bu olayı 1.5 milyon Ermenin öldürülmesine yönelik bir soykırım olarak değerlendiren Ermeniler. T.C.’nden üç istekte bulunmaktadırlar. 1) 1915’deki olayın Ermenilere yönelik bir soykırım olduğunu T.C.’nce kabul edilmesi 2) Bu soykırıma karşılık Ermenilerin yakınlarına T.C.’nce tazminat ödenmesi 3) Doğu Anadolu’da Ermenilere vaadedilmiş olan 6 vilayette Ermenilere bir devlet kurma hakkının verilmesi.

 

Milli Mücadele Yıllarında Doğu Cephesi’nde

 

  Ermenilerle Savaş- Gümrü Antlaşması ( 3 Aralık 1920)

 

 Mondros Mütarekesinden sonra Ermeni olayları yeni bir boyut kazanmıştır. Rus ihtilali üzerine doğuda tekrar toparlanarak harekete geçen Türk kuvvetleri, Doğu Anadolu’yu tamamen Rus işgalinden kurtardıkları gibi, Bakü’ye kadar ilerlemişlerdir. Rusya ile 1918’de yapılan Brest-Litovsk Antlaşması ile 1977-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda Rusların elinde kalan Elviye-i Selase ( Kars, Ardahan, Batum) için bir halkoylaması kararı alınmışve yapılan halkoylaması sonucunda bu üç sancağın yeniden Osmanlı toprakları içerisine alınması sağlanmıştır. Ancak Mondros Mütarekesi 11. Maddeinden yer alan “Osmanlı kuvvetleri İran’ın kuzeybatısında ve Güney Kafkasya’da savaştan önceki hudutlara çekilecektir” hükmü ile bu üç vilayet yeniden Türk sınırları dışında kalmıştır. O günlerde bölgede ordu komutanı olan Yakup Şevki Paşa’nın çabalarıyla kurulmuş olan Cenüb-i Garbi Kafkas Hükümetini dağıtan İngilizler, Kars ve Ardahan başta olmak üzere bölgeyi Ermenilere vermişlerdir.

Mayıs 1919’da XV. Ordu komutanlığına atanan Kazım Karabekir Paşa, bölgedeki gelişmeleri yakından izlemekte, Kars ve yöresinin kurtarılmasını planlamaktadır. İngilizlerin desteklediği Ermeniler ise, bölgedeki durumlarını güçlendirmek amacıyla yörenin Müslüman-Türk halkına akıl almadık zulümler yapmaktadırlar. Mondros Mütarekesinin 24. Maddesi de adeta Ermeniler için tasarlanan toprakların sınırlarını çizmektedir. Ancak İngiliz desteğine çok güvenen Ermeniler, kendileri için düşünülen bu topraklarla yetinmek niyetinde değildirler. Bu niyetlerini 1919 yılında Paris Barış Konferansına müracaat ederek ortaya koyan Ermeniler, İtilaf Devletlerinden Doğu Anadolu’nun tamamının kendilerine verilmesini istemişlerdir.

İngilizlerin mütarekeden sonra Ermeniler hakkındaki düşüncesi, Doğu Anadolu’da A.B.D. himayesinde bir Ermeni devleti oluşturmaktır. Sınırları A.B.D. Başkanı Wilson tarafından çizilecek olan Ermenistan’ın, Akdeniz ve Karadeniz’e çıkış kapıları kapalı olacaktır. İngilizlerin ısrarlı tutumu üzerine           A.B.D., konuyu yerinde araştırmak üzere, General Harbourd başkanlığında kalabalık bir heyeti bölgeye göndermiştir. Harbourd raporunda, “Ermenilerin Doğu Anadolu’da hiçbir zaman nüfus çoğunluğunu oluşturmadığı, buralarda bir Ermeni Devletinin kurulmasına izin verilmesi halinde, mutlu bir azınlığın mutlak bir çoğunluğa hükmetmesine sebebiyet verileceği, Türklerin Ermenileri açıkça tehdit ettiklerine dair açık bir kanıta rastlanmadığı” yer almıştır. A.B.D.’nin tutumuna rağmen İngilizler ve Ermeniler işlerine geldiği şekilde hareket etmeyi uygun görmüş ve Sevr Antlaşmasına Ermeni Devletinin kurulmasını öngören bir hüküm konulmuştur.

Olup bitenleri daha mütareke imzalandığı günden beri kaygıyla izleyen Doğu Anadolu’nun vatansever halkı, Ermeni ve Kürt tehlikesine karşı Vilayet-i Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyetini oluşturmuştu. Bölgeye komutan olarak atanan Kazım Karabekir’de Erivan Cumhuriyetine uyarıda bulunarak,  Ermeni zulmünün durdurulmasını istemiştir. Kazım Karabekir Paşa, Ermeni zulmünün durdurulması için, Ermenilere karşı bir askeri harekatın zaman kaybetmeden gerçekleştirilmesinden yanadır. M. Kemal ise Milli Mücadele başında Sovyetlerden alınabilecek maddi desteğe, Milli Mücadele hareketinin geleceği açısından büyük önem vermektedir. Bu nedenle Ermenilere karşı zamansız gerçekleştirilecek bir askeri harekat, Ermenilere destek veren Rusları kızdırıp, Milli mücadele için beklenen Rus yardımlarının gelmesini engelleyebilecektir. Türk-Sovyet görüşmeleri sonucunda 24 Ağustos 1920’de imzalanması beklenen antlaşmanın, Rusların Muş, Bitlis ve Van illerinin Ermenistan’a verilmesini istemeleri yüzünden gerçekleşememesi , Rusya’dan beklenen maddi desteğin sağlanamaması, Ermeni zulmünün artması askıya alınmış olan askeri harekat düzenleme konusunu artık Ankara Hükümeti’nin gündemine getirmiştir.

28 Eylülde Ermenilere karşı harekata geçen Türk ordusu, 29 Eylülde Sarıkamış’ı, 30 Ekimde Karsı kurtarmıştır. Hala İtilaf Devletlerinin desteğine güvenen Ermeniler, 1 Kasım 1920’de T.B.M.M. hükümetinin kendilerine sunduğu barış teklifini kabul etmemişlerdir. Bunun üzerine tekrar harekete geçen Türk ordusu 7 Kasımda Gümrü’ye girmiştir. Ümitlerini yitiren Ermeniler 17 Kasımda mütareke imzalamaya razı olmuşlardır. Görüşmeler sonunda 3 Aralık !920 Gümrü Anlaşması imzalandı. Gümrü Antlaşmasının ömrü kısa olmuştur. Çünkü Ruslar, 5 Aralık 1920’de Ermenistandaki Taşnak hükümetini yıkarak, Bolşevik idaresini kurmuşladır. Bu tarihten itibaren bu sorun Türk-Ermeni sorunu olmaktan çıkarak, Türk-Sovyet meselesi halinde devam etmiştir. Bu arada Sovyetlerin Gürcistan’a savaş ilan etmesinden yararlanan Kazım Karabekir, Gürcistan’ın İşgali altında bulunan Ardahan ve Artvin’in boşaltılmasını Gürcü hükümetinden istemiş, Türk ordusu karşısında buraları ellerinde tutamayacaklarını anlayan Gürcülerde Ardahan ve Artvin’i Türk kuvvetlerine bırakmışlardır.

Ankara hükümetinin o tarihlerde doğuda, Ermenilere karşı kazandığı zaferi, batıda ise ilk Yunan saldırısını I. İnönü Zaferi ile sonuçlandırması, Sovyetlerin Milli Mücadeleye daha fazla önem vermelerini sağlamıştır. Ali Fuat Cebesoy başkanlığındaki Türk heyeti yarım kalan Türk-Sovyet görüşmelerini devam ettirmek için Moskova’ya gönderilmiştir. Bu görüşmeler sonun da Sovyetlerle 16 Mart 1921 Türk-Sovyet dostluk antlaşması (Moskova Ant.) imzalanmıştır. Moskova Ant. İle Sovyetler Sevr Antlaşmasını tanımayacaklarını, Misak-ı Milli sınırları dahilindeki Türk devletinin varlığını kabul ettiklerini ortaya koymuşlardır. Moskova Antlaşmasının ardından Sovyetler Türkiye’ye hem askeri malzeme, hem de parasal yardımda bulunmuşlardır. 13 Ekim 1921’de  Sovyetlerle yapılan Kars Antlaşmasıyla da doğu sınırımız son şeklini almıştır.

 Gümrü Antlaşmasının Türk Tarihi Açısından Önemi

 

Gümrü Antlaşması ile Ermenilerin Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti kurma istekleri sona erdirilmiş, bu antlaşma Lozan Antlaşmasıyla da onaylanmıştır. Dolayısıyla bu antlaşma Türkler açısından Ermeni meselesini bitiren antlaşmadır. Gümrü Antlaşması ile doğu sınırlarımızın güvenliği sağlanmış, iyi ilişki kurmayı düşündüğümüz Sovyetlerle, bu meselenin aramızda bir sorun oluşturması önlenmiş, Doğu Cephesindeki asker ve mühimmatın bir bölümünün Batı Cephesine kaydırılması ve burada Yunanlılara karşı kullanılması imkanı doğmuştur. Ayrıca Gümrü Antlaşması, Ankara Hükümetinin askeri bi başarı sonucunda yaptığı ilk siyasi antlaşmadır. Doğuda Ermenilere karşı kazanılan bu başarı, Türk halkına moral kazandırmıştır.

 

                    Batı Cephesinde Yunanlılarla Savaş

           Batı Cephesi 15 Mayıs 1919’da İzmir’in Yunanlıların İşgali üzerine kurulmuştur. Batı Anadolu’da düzenli ordu kurulana kadar, düşmana karşı savunma gücünün esasını Kuva-yi Milliye oluşturmuştur. Ayvalık, Bergama ve Soma, Akhisar, Salihli, Aydın ve Nazilli cephelerinde düzenli ordu kurulana kadar Kuva-yi Milliye, Yunan işgaline karşı direniş göstermiştir. Kuva-yi milliye ile Yunanlılara karşı koymanın zorluğunu gören T.B.M.M., Sivas Kongresi ile alınan bir kararla Ali Fuat Paşa’nın kontrolüne verilmiş olan Batı Cephesini, Güney ve Batı cephesi komutanlıkları adı altında teşkilatlandırmış ve İsmet Paşayı Batı Cephesi komutanlığına atamıştır.

Batı Cephesinde düzenli ordunun kurulması sırasında Çerkez Ethem ve kardeşlerinin Türk Hükümetine karşı ayaklanmaları, ellerindeki kuvvetleri düzenli orduya vermek istememeler, bunu Yunanlılara da bildirerek işbirliği önermeleri Yunan kuvvetleri için uygun bir ortam yaratmıştır. Durumu değerlendiren Yunanlılar 6 Ocak 1921’de Anadolu’dan yeniden taarruza geçmişlerdir. Yeni kurulan düzenli ordu birlikleri Yunan ordularını İnönü’de karşılamışlardır. Hareketli bir savunma taktiği uygulayan Türk birlikleri, kendilerinden kat kat üstün Yunan kuvvetlerinin taarruzunu İnönü’de durdurmayı başarmışlardır. Bu başarıda Türk subay ve erlerinin üzerlerine düşen görevi çok iyi bir biçimde yapmasının büyük payı vardır. Gösterilen başarı sonucunda 10 Ocak 1921’de durdurulan Yunan kuvvetleri, karşı taaruza geçecek gücü kendilerinde bulamamışlardır. I. İnönü Savaşı küçük çaplı bir muharebe olmasına karşın sonuçları bakımından önemlidir. I. İnönü Savaşı’nın sonuçları şunlardır:

1.      Düzenli ordu birlikleri ilk sınavında başarılı olmuştur.

2.      Çerkez Ethem olayı tamamen kapanmış, Kuva-yi Milliye dönemi sona ermiştir.

3.      Halkın meclise ve orduya olan güveni artmıştır.

4.      I. İnönü zaferinin kazanılması, TBMM hükümetinin hazırladığı anayasanın meclis tarafından kabul edilmesini kolaylaştırmıştır.

5.      Rusya’nın TBMM hükümetine yaklaşımı daha yapıcı olmuş ve Rusya İle 16 Mart 1921 Moskova Ant. İmzalanmıştır.

6.      İtilaf Devletleri, Sevr Antlaşmasını bir kere daha gözden geçirmek için Londra’da bir konferans toplama ihtiyacını duymuşlardır.

                                      Londra Konferansı

 

           TBMM hükümetinin Sevr Antlaşmasını kabul etmemesinden rahatsızlık duyan İngiltere, Yunan birliklerini bir tehdit unsuru olarak kullanarak, bu antlaşmayı zorla kabul ettirmek niyetindedirler. Ancak bütün tehdit ve baskılara rağmen, Ankara hükümeti Misak-ı Milliden asla taviz verme düşüncesinde değildir. Nitekim I. İnönü Zaferi bunun kanıtıdır. İngiliz hükümeti işlerini daha da zorlaştıracağı düşüncesiyle, Milli Mücadele taraftarlarının I. İnönü Zaferinden çok rahatsız olmuşlardır. Fransa ve İtalya da ortağı İngiltere’yi, Türklerle diyalog için devamlı sıkıştırmaktadırlar. Bu gelişmeler yüzünden İtilaf Devletleri Londra’da bir konferans düzenlemeye ve yine bu konferansa Türk milleti adına İstanbul Hükümetini çağırmaya karar vermişlerdir. Ancak Damat Ferit Paşanın istifasından sonra iş başına getirilen Tevfik  Paşa hükümeti, İstanbul ve Ankara Hükümetleri arasındaki anlaşmazlıkları kaldırma taraftarıdır. Bu nedenle Tevfik Paşa, Londra’ya gidecek heyette bir de Ankara Temsilcisi bulunmasını arzu ettiğinden, durumu M. Kemal Paşaya bildirmiştir. Ankara Hükümeti bu çağrıya Londra’ya doğrudan çağrılmadıkça katılmama düşüncesinde olduklarını ileterek karşılık vermiştir. Fakat muhtemel bir çağrı durumunda da geç kalınmış olunmaması için Bekir Sami Bey başkanlığında bir heyet Roma’ya gönderilmiştir. İtalyan hükümetinin araya girmesiyle Ankara hükümetinin de Londra’daki görüşmelere doğrudan çağrılması sağlanmış, Roma’da beklemekte olan Bekir Sami Bey başkanlığındaki heyet Londra’ya hareket etmiştir.

21 Şubatta başlayan görüşmelerde İngiltere ve ortakları görüşlerini ortaya koyduktan sonra, Türk Milleti adına İstanbul temsilcisi Tevfik Paşaya söz hakkı verilmiştir. Tevfik Paşa güzel bir jest yaparak “Türk Milleti adına söz söylemek, milletin gerçek temsilcilerine düşer” demiş ve İtilaf Devletlerini şimdiye kadar tanımaya çalışmadıkları TBMM hükümeti ile direk muhatap olma mecburiyetinde bırakmıştır.

Bekir Sami Bey görüşmelerde İtilaf Devletlerinden, Misak-ı Milliyi izah ederek, Anadolu’nun boşaltılması talebinde bulunmuştur. Ancak bu teklif İtilaf Devletleri tarafından olumlu olarak kabul edilmemiştir. İtilaf Devletlerinin Sevr Antlaşması üzerinde yaptıkları bazı ufak değişiklikler de Türk tarafını memnun etmekten çok uzak kalmış, bu yüzden görüşmelerden olumlu bir sonuç elde edilememiştir.

Görüşmelerin sonuçsuz kalması üzerine kendi insiyatifini kullanan Bekir Sami Bey, İngiltere, Fransa ve İtalya ile ikili anlaşmalar yapmıştır. Hakkaniyet esasına uymadığı gerekçesiyle TBMM tarafından onaylanmayan bu anlaşmalar, Bekir Sami Beyinde görevinden alınmasına neden olmuştur.

Londra Konferansının tek olumlu sonucu TBMM hükümetinin varlığının İtilaf Devletleri tarafından tanınmasıdır. İtilaf Devletleri ise görüşmeler sırasında vakit kazanarak, Yunan kuvvetlerine yeni bir saldırı için hazırlanma fırsatı sağlamıştır.

                           II. İnönü Muharebesi

 

Londra Konferansı sonunda İtilaf Devletleri Sevr Ant. Esasları üzerinde yapılan ufak çaplı değişiklikler TBMM hükümeti yetkililerine sunulduğunda, kendilerine üzerinde düşünmeleri ve görüşmeler yapmaları için bir aylık süre tanınmıştır. Ancak Türklere tanınan bu bir aylık süre dolmadan Yunan kuvvetleri Anadolu’ya saldırıya geçmiştir. I. İnönü’nün kötü intibaını silmek isteyen Yunan kuvvetleri 23 Marttan itibaren kuzeyde Bursa’dan, güneyde de Uşaktan olmak üzere iki koldan taarruz başlatmıştır. Sevr’in Türklere zorla kabul ettirilmesini sağlamak isteyen İngiltere’de bu saldırıyı desteklemiştir.

23 Marttan, Mart ayı sonuna kadar süren çarpışmalara Meclis Muhafız Taburu da katılmıştır. 31 Martta Türk kuvvetleri karşısında önemli ölçüde kayıp veren Yunan kuvvetleri, 1 Nisanda İnönü mevzileri önünde ikinci kez çekilmek zorunda kalmıştır. Güneyden taarruz eden Yunan birlikleri Afyon’u geçerek, Konya’ya doğru yayılma eğilimi göstermişse de, kuzeyde elde edilen başarı yüzünden geri çekilmek zorunda kalmışlardır.

Yunan kuvvetlerinin İnönü’de ikinci kez yenilgiye uğratılması önemli sonuçlar doğurmuştur. Bu sonuçları şöyle sıralamak mümkündür.

1.      İtalyanlar işgallerini sona erdirme kararı alarak Antalya bölgesindeki birliklerini çekmişlerdir. Fransızlar ise Ankara hükümeti ile ilişki kurmak için uygun bir zaman ve zemin aramaya başlamışlardır.

2.      Türk halkının hükümete ve orduya olan güveni artmış, bu başarı morallerin yükselmesini sağlamıştır.

3.      İngilizlerin Yunanlılara olan güveni sarsılmaya başlamıştır.

                       Kütahya-Eskişehir Muharebeleri

          Yunanlıların beklenen başarıyı göstermemeleri İngilizleri oldukça tedirgin etmiştir. İngilizleri rahatsız eden başka bir gelişmede Hint Müslümanlarının Anadolu’daki Milli Mücadeleyi destekleyerek İngiltere’ye sorun oluşturmalarıdır. Yunanlılara olan güvenin sarsılmasına rağmen İngilizlerin Yunanlıları desteklemekten başka çareleri de yoktur. Çünkü İngiliz Başkanı Lloyd George, Sevr’i Türklere kabul ettirememeyi İngilizlerin prestijine indirilmiş büyük bir darbe olarak görmektedir.

Anadolu’daki kuvvetlerin sayısını iki katına çıkaran, yanlarına krallarını ve İngilizlerin desteğini alarak 10 Temmuz 1921’de yeni bir saldırıya geçen Yunanlılar, artık bu sefer Ankara’ya giderek Türklerin işini bitirmek niyetindedirler. Ankara hükümetinin hazırlıksız yakalandığı bu saldırı, 13 Temmuzda Afyon’un düşmesine yol açmıştır. Yunan taarruzunun durdurulamamasından dolayı 17 Temmuzda Kütahya elden çıkmış, 19 Temmuzda da Eskişehir işgal altına girmiştir. Eskişehir yönüne yapılan karşı taarruz gelişemeyince, Türk kuvvetlerinin daha fazla kayba uğramamsı için ordunun Sakarya nehrinin gerisine çekilmesine karar verilmiştir. Türk ordusu 25 Temmuzdan itibaren bu yeni savunma hattında gerekli tertibatı almaya başlamıştır.

 

M. Kemal Paşanın Başkomutanlığa Seçilmesi ve Tekalif-i Milliye Emirleri

 

Yunanlıların Eskişehir-Kütahya Savaşlarında elde ettiği başarı yurt içinde ve dışında büyük yankılar yaratmıştır. Türkler üzerinde büyük üzüntüye, çekinmeye, hatta korkuya neden olan bu gelişme çeşitli tartışmaları da beraberinde getirmiştir. M. Kemal Paşa, ordunun Sakarya nehrinin gerisine çekilme kararını verdiğinde bu kararın bir takım sıkıntılar doğuracağını tahmin etmiş, ancak başarıya ulaşabilmek için askerliğin gereklerini yerine getirmeyi faydalı görmüştür. Sorumlu arayan bazı meclis üyeleri ordunun geri çekilmesini ve ordunun tutumunu eleştirmişlerdir. Meclisteki muhalifler sorumlu ararken, telaşlanan bazı meclis üyeleri, meclisin Ankara’dan, Anadolu’nun daha güvenli bir yerine taşınmasını bile konuşmaya başlamışlardır. Mecliste yaşanan tartışmalar sırasında, M. Kemal Paşanın Türk ordularının başına getirilmesi gündeme gelmiştir. M. Kemal Paşada, “ordunun maddi ve manevi gücünü arttırmak ve en yüksek seviyeye ulaştırmak için üç ay müddetle meclisin sahip olduğu yekinin kendisine verilmesi” şartıyla başkomutanlığı üzerine almayı kabul etmiştir. Bazı üyelerin itirazlarına rağmen M. Kemal Paşa, 5 Ağustos 1921’de çıkarılan bir kanunla başkomutanlık görevine getirilmiştir.

M. Kemal Paşa Başkomutanlığı üzerine aldıktan sonra ordunun, insan, araç, taşıt ve malzeme bakımından eksiklerini giderebilmesi , yiyecek ve giyecek sağlanabilmesi için bazı tedbirler almak ihtiyacının hissetmiştir. Bu amaçla 7-8 Ağustos 1921’de Tekalif-i Milliye emirleri adı altında 10 emir çıkarmıştır. Bu emirler şunlardır:

1.                  Her kazada bir Tekalif-i Milliye komisyonu kurulacak, bu komisyonlar toplanan malzemenin orduya ulaştırılmasını sağlayacaktır.

2.                  Her aile birer kat çamaşır, birer çift çorap ve çarık verecektir.

3.                  Bu komisyonlar başkomutanın emriyle halkın ve tüccarın elindeki, askerin ihtiyacı olan malların %40’ına bedeli sonradan ödenmek üzere el konacaktır.

4.                  Yine bu komisyonlar aynı amaçla ve aynı şartlarla halkın ve tüccarların elindeki yiyecek maddelerinin %40’ına el koyacaktır.

5.                  Taşıt sahipleri ayda bir kere olmak üzere 100 km.lik mesafeye ücretsiz askeri nakliyat yapacaktır.

6.                  Ülkenin bütün sahipsiz mallarına el konacaktır.

7.                  Halk elindeki silah ve cephaneyi 3 gün içinde bu komisyonlara teslim edecektir.

8.                  Savaş malzemesi yapabilen usta ve imalathanelerin sayıları ve kapasiteleri belirlenecektir.

9.                  Halkın elindeki araba ve hayvanların %20sine el konacaktır.

Bu emirlerin uygulanmasında bir suistimale meydan vermemek için, Ankara, Samsun, Kastamonu, Konya ve Eskişehir’de İstiklal Mahkemeleri kurulmuştur. Tekalif-i Milliye emirlerinin eksiksiz yerine getirilmesine rağmen, Yunan kuvvetleri ile Türk kuvvetleri arasındaki dengesizliği ortadan kaldırmak mümkün olamamıştır. Çünkü Yunan ordusu çok güçlü bir sömürge imparatorluğuna sahip olan İngiltere tarafından desteklenirken, Türk ordusunun gücü uzun savaş yıllarının yıprattığı, bütün kaynakların tükendiği fakir Anadolu’ya dayanmaktadır. Bu sebeple Türk idare heyeti, Ankara’nın düşmesi durumunda mücadeleye Kayseri’de devam ederek, her ne pahasına olursa olsun düşmanı yurttan atmak niyetindeydi. Bu düşünce ile Doğu ve Güney cephesindeki tamamına yakını da Batı Cephesine kaydırılmıştır.

Sakarya Meydan Muharebesi Ve Sonuçları (23 Ağustos- 13 Eylül 1921)

 

        Yunanlıların Kütahya-Eskişehir savaşlarında elde ettikleri başarıları abartarak dünya kamuoyuna ilan etmelerine rağmen, Türk ordusu tamamen zararsız hale getirilememiştir. Bu nedenle Yunan ordusu bir meydan muharebesi ile Türk ordusunu tamamen yok etmek düşüncesindedir. Bizzat cepheye kadar gelen Yunan kralı ordularına “Ankara” emrini vermiştir. Bu emri alan Yunan kuvvetleri, Eskişehir-Kütahya savaşlarında olduğu gibi taaruza geçmiştir.

M. Kemal Paşa Sakarya Savaşı’nda Başkomutanlık karargahı, savunma hattının çok yakınındaki Alagöz köyüdür. 23 Ağustosta başlayan şiddetli çarpışmalar sonunda, 13 Eylülde Sakarya’nın doğusunda hiçbir Yunan Askeri kalmamıştır. M. Kemal Paşa Sakarya Savaşı’nda ordularına “Hattı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça terk edilemez” emrini vermiş ve inatçı bir savunma ile Yunan ordusu karşısında zafere ulaşmıştır. Ancak Türk ordusu da 22 gün aralıksız süren bu savaşta çok yıprandığı için, düşmanı izleyerek yok edecek bir takip harekatına girişememiştir. Sakarya Muharebesinin zaferle sonuçlanması ile TBMM hükümetinin içerideki ve dışarıdaki prestiji artmıştır. Bu seferin sonuçları şunlardır:

·       Sakarya Savaşı’nda Yunan ordusunun 1/3’ü yok edilerek, taaruz kabiliyeti tamamen kırılmıştır.

·       TBMM’nce Sakarya Savaşındaki başarısından dolayı M. Kemal Paşaya “Gazilik” ünvanı ile “Mareşallik” rütbesi verilmiştir.

·       Sakarya Zaferi üzerine Türkiye siyasi alanda gelişmeler yaşamış, Sovyetlerle 13 Ekim 1921’de Kars Ant. imzalamıştır. Bu ant. ile Sovyetler Birliği’nin hakimiyeti altına giren Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan ile Türkiye arasındaki sınır kesinleşmiştir.

·       Fransa, Türkiye üzerindeki emellerinden vazgeçerek, Ankara itilaf namesini imzalamıştır.

·       Ankara bu zaferle sadece Yunanlılara üstünlük sağlamakla kalmamış, Türk milletinin haklı davasını dünyaya kabul ettirme yönünde önemli bir başarı sağlamıştır.

 

Yeni Diplomasi Girişimleri

 

Sakarya Zaferi Ankara hükümetine diplomatik alanda daha rahat hareket edebilme imkanı vermiştir. Sakarya zaferinden sonra Fransızlarla Ankara itilaf namesinin imzalanmış olmasına rağmen, Fransızlar hala ortaklarıyla birlikte hareket etmektedirler. II. İnönü Muharebesinin ardından Anadolu’daki kuvvetlerini çeken İtalyanlar ise diplomasi alanında İngilizlerin etkisinden tam olarak çıkamamışlardır.

TBMM hükümeti, Sakarya zaferinden sonra, elde ettiği avantajın batıda diplomasi alanındaki etkilerini mümkün olursa, yeni bir savaşa gerek kalmadan barışı gerçekleştirebilmenin yollarını aramaya başlamıştır. Bu amaçla Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey, Türkiye’nin milli davasındaki haklılığını anlatmak gayesiyle İngiltere’ye gönderilmiştir. Müttefikler, Türk ve Yunan kuvvetleri arasındaki savaşı durduracak bir ateşkes önerisini yapılan görüşmeler sonucunda Ankara, İstanbul ve Atina’ya ulaştırmışlardır. Yunanlılar Sakarya yenilgisinin etkisinden kurtulamadıkları için bu teklifi hemen kabul etmişlerdir. TBMM hükümeti ise, prensip olarak ateşkesi kabul etmekle birlikte, teklifin taşıdığı şartların Yunanlılara zaman kazandıracak nitelikte olması yüzünden pek sıcak karşılamamıştır. Ankara kendi teklifini hazırlarken, İtilaf Devletlerinden 26 Mart 1922’de ikinci bir antlaşma teklifi gelmiştir.

İtilaf Devletlerinde ardarda önce ateşkes, sonra da barış teklifi alan TBMM hükümeti, işgal altındaki Türk topraklarının tamamen boşaltılması şartıyla barış görüşmelerine hemen başlayabileceği cevabını vermiştir. Ancak İngiliz hükümeti öncelikle bir ateşkes yapılması üzerinde diretince, Türkiye’nin tamamen kurtuluşunun kesin sonuçlu bir taaruzla mümkün olabileceği gerçeği ortaya çıkmıştır. TBMM hükümeti bir yandan çok gizli olarak taaruz hazırlıklarını sürdürürken, diğer yandan da İtilaf Devletleri ile diyaloğu kesmemeye özen göstermiştir. Böylece hem barışa karşı olmadığını ortaya koymaya çalışmış, hem de barışın gerçekleşememesi durumunda yapılması düşünülen taarruzun hazırlıklarını kamufle etmiştir.

 

Büyük Taarruz

 

         Sevr Antlaşmasını Türklere kabul ettirmeyi gaye edinen İngilizler, Sakarya’dan sonra başlattıkları diplomatik girişimleri bir süre daha devam ettirmişlerdir. Ancak TBMM hükümeti Misak-ı Milliden ödün vermek niyetinde değildirler.

Sakarya yenilgisinden sonra müdafaa durumuna geçmek zorunda kalan Yunan ordusu, Eskişehir-Afyonkarahisar hattına geri çekilerek, gerekli korunma tedbirlerini alırken, Türk Genel Kurmayı Yunanlılar toparlanmadan taarruza geçilmesi düşüncesindedir.

14-15 Eylül 1921 tarihinden geçerli olmak üzere seferberlik ilan edilerek, 1899, 1900,1901 doğumlular silah altına alınmış, ordunun asker eksiği tamamlanmıştır. Türk kuvvetlerinin araç ve malzeme eksikleri de çeşitli kaynaklardan tamamlanmaya çalışılmıştır. Başta İstanbul’daki silah depolarından büyük fedakarlıklarla kaçırılan silahlar, İnebolu üzerinden Anadolu’ya nakledilmiştir. İtilaf Devletlerinden kamaları alınarak işe yaramaz hale getirilen Türk topları, ilkel aletlerle kullanılır hale getirilmiştir. Sıkıntısı çekilen bazı silahlar da Ruslardan, İtalyanlardan ve Fransızlardan satın alınarak karşılanmaya çalışılmıştır.

        6 Mayıs 1922’de Başkomutanlık süresi uzatılan M. Kemal Paşa, artık taaruza geçilmesi düşüncesindedir. M. Kemal bu düşüncesini Haziran ortalarında Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa, Savunma Bakanı Kazım Özalp ve Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşalara açmış ve 15 Ağustosa kadar hazırlıkların tamamlanması kararlaştırılmıştır. TBMM bu hazırlıkları yürütürken, barışı engelleyen taraf durumuna düşmemek için, diplomatik çabaları sürdürmüş ve Fethi Okyar’ı Avrupa’ya göndermiştir. İngiltere’nin barış yolunu tamamen kapatması, şimdiye kadar ertelenen taarruz kararının uygulamaya konmasını kaçınılmaz kılmıştır.

         26 Ağustosta Türk topçusunun başlattığı taarruzda Türk ordusu, Yunan kuvvetlerinin büyük bölümünü yok etmiş, kaçabilenler de 1 eylül 1922 günü Atatürk’ün verdiği “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” emriyle, Türk kuvvetlerinin takibi altına alınmıştır. 9 Eylülde Yunanlılar İzmir’den çıkarılmış, 9 Eylülden 18 Eylüle kadar da Batı Anadolu’nun Yunan İstilasından temizlenmesi işlemi gerçekleşmiştir. Böylece 26 ağustosta başlayan Büyük Taarruz, 15-20 gün gibi kısa bir sürede 200.000 kişilik Yunan ordusunun yok edilmesi ile sonuçlanmıştır. Bu zafer İslam dünyasında Hıristiyanlığa karşı bir başarı olarak değerlendirilmiştir. Asırlardan beri Batılıların “Şark Meselesi” adı altında, Müslüman Türkleri Anadolu’dan atmaya yönelik hedefleri bu zaferle sonuçsuz bırakılmıştır.

 

Güney Cephesi ve Fransızlarla Savaşlar

         Mütarekeden sonra İtilaf Devletleri, Güney Anadolu’da askeri harekatlarını durdurmamışlardır. İngilizler önce; Musul, İskenderun, Kilis ve Antep’i ardından da Maraş ve Urfa’yı işgal etmişlerdir. Fransızlar ise Adana, Mersin ve Osmaniye’yi işgal etmişlerdir. Fransız işgali altında yaşayan Ermenilerin Türklere yönelik taşkınlıları bölge halkını derinden yaralamıştır. 15 eylül 1919’da İngiltere ve Fransa arasında Ortadoğu’nun paylaşımı konusunda yeni bir anlaşma yapılmış, bu anlaşma ile İngilizler daha önce işgal ettikleri Antep, Urfa ve Maraştan çekilerek, buraları da Fransız işgaline terk etmişlerdir. Antep, Urfa ve Maraşta da Fransızların Ermenileri Türklere karşı kullanma politikası uygulamaları, bu bölgelerde halkı galeyana itmiştir. Bu gelişme Milli Mücadelede Güney Cephesinin oluşmasına zemin oluşturmuştur. Maraş, Urfa, Antep ve Adana’da Kuva-yı Milliye, Fransızlara ağır darbe indirmiş ve Fransızlardan yüz bulan Ermenilerin bu darbelerle yöredeki hayalleri sonuçsuz kalmıştır. Sakarya Zaferinden sonra şanslarını  fazla zorlamak istemeyen Fransızlar, Ankara hükümeti ile anlaşmaya karar vermiştir. Bu doğrultuda Fransızlarla yapılan Ankara İtilafnamesi ile Fransızlar;

1.        İşgalleri altında bulundurdukları Türk topraklarından (Antakya hariç) çekileceklerdir.

2.        İskenderun ve Antakya’da özel bir idare kurulacak, buradaki Türkler, kültürlerini geliştirme konusunda serbest kalacaklar ve burada resmi dil Türkçe olacaktır.

        Fransızlarla 30 Mayıs 1920’de yapılan 20 günlük ateşkes anlaşmasından sonra, 20 Ekim 1921’de imzalanan Ankara İtilafnamesi ile Fransızlar artık Misak-ı Milliyi kabul etmişlerdir. Ankara İtilafnamesiyle Türkler ve Fransızlar arasındaki savaşlar sona ermiş, Türkiye’nin Batı dünyası  nazarında yeri daha da güçlenmiştir. Bu antlaşmadan sonra Fransızlar gizlice Milli Mücadeleyi destekledikleri için, Bu gelişme Türkiye’yi silah bulma bakımından Sovyetlerin tekelinden kurtarmıştır. Güneyde serbest kalan Türk ordularının Batıya kaydırılması ve özellikle Büyük Taarruz’da kullanılması, Anakara İtilafnamesi ile mümkün olmuştur.

 

Mudanya Mütarekesi-11 Ekim 1922

        Eylül 1922 ortalarına gelindiğinde Tüm Batı Anadolu Yunan işgalinden kurtarılmış, sıra hala Yunan işgali altında bulunan Doğu Trakya ile İtilaf Devletleri’nin kontrolünde bulunan İstanbul’un kurtarılmasına gelmiştir. TBMM orduları bu amaçla Çanakkale’ye ilerlemeye başlamışlardır. Türk ordusunun ilerleyişi karşısında İngilizler bir yandan Çanakkale Boğazındaki kuvvetlerini arttırırken, bir yandan da müttefiklerinden yardım istemişlerdir. Ancak Yeni Zelanda yardım çağrısına olumlu cevap vermiş, Fransa ve İtalya kesinlikle yardım veremeyeceğini bildirmiştir.

       Mütareke görüşmelerinin nerede ve ne zaman yapılacağı konusunun yoğun olarak tartışıldığı günlerde, Türk birlikleri tarafsız bölgeye girmişler ve Çanakkale yakınlarındaki Erenköy’ü işgal etmişlerdir. Türk-İngiliz kuvvetlerinin karşı karşıya geldikleri günlerde İngiliz General Harrington Londra’dan aldığı talimata rağmen, askerlerine ateş emri vermemiş ve Türk birlikleri Çanakkale’ye saldırmadıkça herhangi bir çatışmaya girmemeyi istememiştir. Aynı günlerde Fransız temsilcisi Franklin Boullin, ile de bir görüşme yapan M. Kemal, askeri harekatın durdurulmasını kabul etmiştir. Nihayet ateşkes görüşmelerinin 3 Ekim 1922’de Mudanya’da başlaması taraflarca kabul edilmiştir.

      Görüşmelerde TBMM hükümeti Batı Cephesi komutanı İsmet Paşa tarafından temsil edilirken, Fevzi Paşa ve Refet Paşa da görüşmeler boyunca Mudanya’da kalmıştır. İngiltere General Harrington, Fransa General Charpy, ve İtalya da General Monbelli tarafından temsil edilmiştir. Görüşmelerde doğrudan ilişkili olan Yunanistan ise, General Mazarakis ile Albay Sarıyanis’i görevlendirmesine rağmen, Yunan delegeler görüşmelere doğrudan katılmamışlar, bir gemiden izlemekle yetinmişlerdir. 11 Ekim 1922 günü uzlaşmayla sonuçlanan Mudanya Mütarekesinin önemli maddeleri şunlardır:

1.      Mütareke imzalandıktan 3 gün sonra 14/15 Ekim gecesi yürürlüğe girecektir.

2.      Türk ve Yunan kuvvetleri arasındaki silahlı çatışma sona erecektir.

3.      Yunanlılar Doğu Trakya’yı 15 gün içerisinde boşaltacaklar, bölge 30 gün içinde Türk yönetimine devredilecektir.

4.      Barış antlaşması imzalanana kadar Türk ordusu Trakya’ya geçemeyecektir. Buna karşın iç güvenlikle ilgili olarak sayısı 8000’i geçmeyecek bir jandarma kuvveti gönderilebilecektir.

5.      Barış antlaşmasının imzalanmasına kadar Mericin  sağ sahili ve Karaağaç İtilaf Devletlerinin işgali altında kalacak ve Türk kuvvetleri Çanakkale Boğazı ve İzmit’te belirlenen çizgiyi geçmeyecektir.

        15 Ekimde yürürlüğe giren mütarekede kararlaştırılan  Doğu Trakya’nın teslimi işini Türk tarafı adına yürütmekle, Doğu Trakya valiliğine atanan Refet Paşa görevlendirilmiştir.

 

Mudanya Mütarekesi’nin Önemi

 

        Mütareke Türk Milli Mücadele hareketinin silahlı mücadele kısmının, Türk’ün zaferiyle sonuçlandığının yazılı belgesidir. Mudanya Mütarekesiyle Doğu Trakya silahlı mücadeleye gerek kalmadan diplomasi yoluyla Türkiye'ye kazandırılmış, Türklerin Avrupa’dan atılması gayesi boşa çıkarılmıştır. Bu mütareke ile İngiliz Başkanı Lloyd George’un Yakındoğu politikası iflas ettiği gibi, siyasi hayatı da sona ermiştir. Lloyd George’un politika alanından silinmesi, Ortadoğu’da barışın kurulması ümidini kuvvetlendirmiştir. Yunanistan’da da Anadolu macerasından sorumlu altı devlet adamı idam edilmiştir. Mudanya Mütarekesi ile Boğazlar ve İstanbul’da Türk egemenliği tamamen kurulamamıştır. Gerek Boğazlar üzerinde kontrolün sağlanamamış olması, gerekse Trakya’ya ordu geçirilememesi barış konferansı öncesinde Türk hükümetinin pazarlık gücünü sınırlandırmıştır. Bu da Mütarekenin zayıf halkası olarak görülebilir.

                     Lozan Barış Konferansı

       

    Türklerle kalıcı barışın yapılması konusu, Mudanya görüşmeleri sırasında karara bağlanmıştır. İtilaf Devletleri Mudanya Mütarekesi’nin yürürlüğe girmesinden sonra bu doğrultuda faaliyetlere başlamıştır.

 

Lozan Barış Konferansı Öncesinde Ankara Hükümetinin Yaşadığı Sorunlar

 

Barış görüşmelerinin başlaması öncesinde Ankara hükümeti üç sorunla karşı karşıya kalmıştır. Bu sorunlardan biri ve ilk gündeme geleni, görüşmelerin nerede yapılacağı ve ne zaman başlayacağı konusudur. TBMM hükümeti daha Mudanya görüşmeleri devam ederken İtilaf Devletlerine verdiği bir notayla barış konferansının 20 ekim 1922’de İzmir’de toplanmasını teklif etmiştir. Ancak İtilaf Devletleri bu öneriye sıcak bakmamışlar ve konferansla ilgili olarak kendi aralarında görüşmeleri sıklaştırmışlardır. Sonuçta barış konferansının 13 Kasımda Lozan’da toplanması konusunda hemfikir olan müttefikler bu kararlarını, 23 Ekim 1922 tarihli bir nota ile hem TBMM hükümetine hem de İstanbul hükümetine bildirmişlerdir.

İtilaf Devletleri’nin bu notası, Ankara hükümetini başka bir sorunla karşı karşıya bırakmıştır. Görüşmelerde Türk milletinin haklarını Ankara hükümetimi yoksa İstanbul hükümetimi temsil edecektir. İtilaf Devletleri, konferansın yerini ve tarihini iki hükümete de ayrı ayrı bildirmek suretiyle, görüşmelerde iki hükümetinde yan yana olmasını istemediklerini belli etmişlerdir. Ankara’daki TBMM hükümetinin Türk milletinin tek gerçek temsilcisi olduğunun M. Kemal Paşa tarafından açıklanmış olmasına rağmen, İstanbul temsilcisi Sadrazam Tevfik Paşa açıklamayı görmezden gelerek, konferansa katılmak niyetinde olduklarını ortaya koymuş ve konferansta izlenecek ortak politikayı tespit etmek için Ankara’ya telgraf çekmiştir. İstanbul hükümetinin konferansa katılmayı istemesi, elde edilen askeri ve siyasi zafere ortak olmak girişimlerinde bulunması İstanbul hükümetinin yanı sıra saltanata kurumunun da varlığını tartışılır hale getirmiştir. Kurtuluş Savaş sırasında iç ve dış şartların uygun olmaması nedeniyle saltanata karşı açıkça olumsuz bir tavır sergilemeyen,  ancak ilk fırsatta saltanat kurumunu kaldırmayı düşünen M. Kemal Paşa, Mecliste Osmanlı hükümetine doğan karşı tepkiyi iyi kullanmış ve sorunun kökünden çözülmesi için saltanatın kaldırılmasını gündeme getirmiştir. İstanbul hükümetinin girişimlerine saltanat ve hilafete sıcak bakan milletvekilleri bile tepki göstermişler, M. Kemal Paşanın telkinleriyle Dr. Rıza Nur ve arkadaşları saltanatın kaldırılmasına ilişkin kanun teklifini meclis başkanlığına sunmuştur. 1 Kasım 1922’de mecliste yapılan oylama ile saltanat kaldırılmış ve 600 yıllık Osmanlı hanedanının egemenliği sona erdirilmiştir.  Saltanatın kaldırılmasından kısa bir süre sonra Tevfik Paşanın görevinden istifa etmesiyle, İstanbul hükümetinin konferansa katılma ihtimali tümden ortadan kalkmıştır. Bu gelişmeler sonunda İtilaf Devletleri’nin “bizim için sorun oluşturmaz” şeklinde tavır sergilemeleri, artık dış dünyanın Osmanlı Devleti’nin tükendiğini ve TBMM sürekliliğini kabul ettiğini göstermesi açısından önem taşımaktadır.

TBMM hükümetini Lozan görüşmeleri öncesinde uğraştıran üçüncü sorun ise, görüşmeler sırasında TBMM’ni temsil edecek heyetin kimlerden oluşacağı ve heyetin başkanının kim olacağı konusudur. Heyet başkanlığı için Rauf Orbay başta olmak üzere, Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Beyin, Fethi Okyar’ın ve Kazım Karabekir Paşa’nın adları gündeme gelmiştir. Bu isimlerin hiçbiri de M. Kemal’e uygun gelmemiştir. Bütün bunlara karşın M. Kemal Paşanın kafasın çok farklı bir isim vardı. O da Mudanya Görüşmelerinde Türk Milletinin haklarını başarıyla savunan ve her konuda kendisinin güvenini kazanmış olan İsmet Paşadır. Yurt dışında yapılacak olan ve M. Kemal’in sınırlı düzeyde etki yapabileceği bu konferansta M. Kemal doğal olarak en çok güvendiği ismin orada bulunmasından yanadır. İsmet Paşa, M. Kemal’in direktiflerine uyma konusunda telkin etmektedir, O bunu Mudanya’da kanıtlamıştır. Ayrıca İsmet Paşa, Osmanlı diplomasi geleneğinden gelmeyen bir devlet adamıdır ve Batılılar karşısında hiçbir kompleks taşımamaktadır. Bu niteliği, İngilizlere yakınlığı ile bilinen Rauf Beye karşı bir avantaj oluşturmaktadır. M. Kemal, Ali Fuat ve Fevzi Paşalarla, Yusuf Kemal Bey ve İsmet Paşanın da görüşlerini aldıktan sonra, İsmet Paşanın heyet başkanı olmasıyla ilgili kararını açıklamıştır. 24 Ekimde Yusuf Kemal Bey Dışişleri Bakanlığından istifa etmiş ve yerine İsmet Paşa getirilerek, Lozan’a Türk Dışişlerinden sorumlu heyet başkanı olarak gönderilmesi doğrultusundaki prosedür tamamlanmıştır. İsmet Paşa başkanlığındaki heyetin Lozan’a gönderilmesi kararının TBMM tarafından  onaylanmasından sonra, hazırlanan Türk tezini içeren 14 maddelik talimatname heyete verilmiştir. Türk tezi şöyledir:

1.      Doğu sınırı: Görüşmelerde Ermeni Devleti meselesi söz konusu olmayacak, olursa görüşmeler kesilecektir.

2.      Irak sınırı: Süleymaniye, Musul, Kerkük sancakları istenecektir. Konferansta bundan farklı olarak ortaya çıkacak güçlükler için Bakanlar Kurulundan talimat alınacaktır. Petrol vs. imtiyazları sorununda İngilizlere bazı ekonomik çıkarlar sağlanması görüşülebilir.

3.      Suriye sınırı: bu sınırın düzeltilmesine imkanlar ölçüsünde çalışılacaktır.

4.      Adalar: Duruma göre hareket edilecek, kıyılarımıza çok yakın meskun olan ve olmayan adalar, hemen ilhak edilecek, başarı elde edilemediği takdirde Ankara’nın görüşü alınacaktır.

5.      Trakya Batı sınırı: 1914 sınırının elde edilmesine çalışılacaktır.

6.      Batı Trakya: Misak-ı Milli maddesi uygulanacaktır.

7.      Boğazlarda ve Gelibolu yarımadasında yabancı askeri kuvvet kabul edilmeyecektir. Bu konudaki görüşmeler kesilmeyi gerektirirse, kesilmeden önce Ankara’ya bilgi verilecektir.

8.      Kapitülasyonlar kabul edilmeyecek, bu konuda diretilirse görüşmeler kesilecektir.

9.      Azınlıklar konusunda arzu edilenin yapılmasıdır.

10.  Ordu ve donanmanın sınırlandırılması konu bile edilmeyecektir.

11.  Yabancı kurumlar, Türk kanunlarına tabi olacaktır.

12.  Duyun-u Umumiye idaresi ortadan kalkacaktır. Borçların Türkiye’den ayrılan memleketlere dağıtımı, Yunanlılara devri, yani tamirata karşılık tutulması, olmadığı takdirde 20 yıl ertelenmesi için çalışılacaktır. güçlükler çıktığında Ankara’nın görüşü alınacaktır.

13.  Türkiye’den ayrılan memleketler için, Misak-ı Millinin özel maddesi yürürlüktedir.

14.  Cemaatler ve İslam Vakıflar Hukuku, eski antlaşmalara göre düzenlenecektir.

 

Görüşmelerin Başlaması ve Konferansın Birinci Dönemi

 

Lozan görüşmelerinin 13 Kasım 1922’de başlaması gerekirken, İngiltere’deki sorunlar ve müttefikler arasındaki anlaşmazlıkların giderilemeyişi yüzünden, Konferans 20 Kasım 1922’de başlatılabilmiştir. Konferansa Türkiye, İtalya, İngiltere, Japonya temsilcisi ve ABD’nin Roma Büyükelçisi katılmışlardır. Romanya, Bulgaristan, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti, Yunanistan ve Rusya temsilcileri kendilerini ilgilendiren konularda görüşmelere katılacaklardır. Konferansın başlaması ile birlikte, üç ayrı komisyon oluşturularak çalışmalara başlanmıştır. Birinci komisyon sorunlar, askerlikle ilgili işlere, Boğazların statüsüne bakacak olup, başkanlığına İngiltere temsilcisi Lord Curzon getirilmiştir. Mali ve ekonomik sorunlarla ilgilenecek ikinci komisyonun başına da Fransız Barare getirilmiştir. Azınlık ve diğer hukuki sorunlarla ilgilenecek komisyonun başına da İtalyan Garroni getirilmiştir.

Görüşmelerin başlaması ile Türk heyeti, İngiltere ile Musul ve Boğazlar, Fransa ile kapitülasyonlar ve imtiyazlar, İtalyanlar ile ise kapitülasyonlar ve kabotaj konularında büyük bir çatışma içine girmiştir. Ayrıca Yunanistan ile savaş tazminatı ve nüfus mübadeleleri konularında önemli ölçüde görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Görüşmelerde Türkiye’nin en çok sıkıntı yaşadığı ülke olan İngiltere’nin temsilcisi Lord Curzon, İsmet Paşaya “Her şeyi reddediyorsunuz. Ancak ülkeniz haraptır. Yarın paraya ihtiyacınız olduğunda, İngiltere’den başka para bulabileceğiniz ülke yoktur” tehdidin de bulunmuştur. Bu davranış başta İngiltere olmak üzere, diğer devletlerin konferansa ve Türkiye’ye bakış açısını göstermesi açısından önemlidir.

Lord Curzon’un tutumu ve diğer gelişmeler karşısında konferansın anahtar ülkesi olarak İngiltere’yi gören Türkiye, bu ülkenin kısmen de olsa tatmin edilmesi gerektiğine inanmaya başlamıştır. Bu nedenle S. Rusya’nın tüm kışkırtmalarına rağmen, Boğazlar konusunda İngiltere’nin tezine yaklaşılmış ve bu konuda İngiltere’ye belli ölçüde taviz verilmiştir. Ancak diğer konularda hiçbir olumlu gelişme sağlanamamış, bu yüzden de 4 Şubat 1923’de görüşmeler kesilmiştir. Türk tarafı ve diğer heyetler Lozan’dan ayrılmışlardır.

 

Lozan Konferansı’nın Kesilme Dönemi-Türkiye’de Yaşanan Olaylar

 

4 Şubat 1923-23 Nisan 1923 arası Lozan görüşmelerinin kesintiye uğradığı dönemdir. Bu dönemde görüşmelerin yeniden başlaması için taraflar birbirlerine yeni projeler sunarken, bir yandan da Türkiye’nin iç politikası Lozan  Konferansı ile doğrudan veya dolaylı ilgili bazı gelişmelere sahne olmuştur.

Konferansla ilgili içte yaşanan olaylardan ilki, 17 Şubat 1923’de İzmir İktisat Kongresi’nin toplanmasıdır. Türkiye’nin uygulayacağı ekonomik politikanın belirlendiği bu kongrede Türkiye, Türk kanunlarına uyulması kaydıyla yabancı sermayeye karşı olmadığını ortaya koymak suretiyle, Batıya sosyalist olunmayacağı mesajını vermiştir. Yine bu kongrede Türkiye, ekonomik anlamda tam bağımsızlıktan yana olduğunu vurgulayarak, kapitülasyonlara sıcak bakmadığını ima etmeye çalışmıştır.

İzmir’de İktisat Kongresi sürerken, Ankara’da da mecliste sıcak saatler yaşanmıştır. II. Gruba bağlı bazı muhalif milletvekilleri, Lozan’dan dinen heyete ve hükümete yönelik sert eleştirilerde bulunmuşlardır. Bu tartışmalar sırasında M. Kemal, İsmet Paşa başkanlığındaki heyetten yana tavrını koyarak, İsmet Paşaya olan güvenini bir kez daha göstermiş ve tartışmalara son noktayı koymuştur. Bu tarihten sonra meclis, Lozan görüşmelerinin ilk bölümünde yaşanan sıkıntıların ışığı altında, sorunlarına yeni çözümler bulmaya çalışmıştır. Türkiye barış şartları konusunda ortay koyduğu yeni tezini 8 Martta bir nota ile İtilaf Devletlerine sunmuştur. Bu projeye göre Musul, Türkiye ile İngiltere arasında barıştan sonra 12 ay içerisinde görüşülüp, karara bağlanacak, anlaşma sağlanamaması durumunda Milletler Cemiyetine gidilecektir. Projede Boğazların statüsü ve azınlıklar konusunda anlaşmazlık olmadığı açıklanmış, borçlar ve kapitülasyonlar başta olmak üzere ekonomik konularda Türkiye’nin başından beri izlediği tavrın değişmediği ifade edilmiştir. Yani kapitülasyonlar tamamen kaldırılacak, borçlar ise taksim edilerek, ödemeler altın para hesabına göre yapılacaktır. İtilaf Devletleri bu notaya cevap vererek, görüşmelerin 23 Nisanda yeniden başlayacağını açıklamışlardır.

   Türk notasının müttefikler tarafından kabul edilmesinden sonra ilk iş olarak meclis, 1 Nisan 1923’te TBMM seçimlerinin yenilenmesi kararını almıştır. Bu kararın alınmasında Lozan görüşmelerinin kesinti döneminde, muhalif grubun meclisteki tutumunun ve engellemelerinin rolü büyüktür. Seçimlerin yenilenmesi halinde, Lozan Antlaşması imzalanmış bile olsa, Bu antlaşmanın TBMM’nin onayından geçirilmemesi tehlikesi doğacaktır. Seçimlerin yenilenmesi kararının TBMM tarafından onaylanmasından sonra, Milli Mücadeleyi gerçekleştiren birinci TBMM’nin faaliyetleri sona ermiştir.

Bu kesinti döneminde Ankara’da yaşanan bir başka gelişmede, Amerikalı Chester grubuna madenler, petrol kaynakları, demiryolları ve limanlarla ilgili verilen imtiyazlardır. Türkiye bu imtiyazları vererek, barış görüşmelerinde ABD’nin desteğini kazanmaya çalışmıştır. Özellikle Musul konusunda İngiltere’ye karşı, ABD’ni bu yolla kendi  yanına çekmeye çalışmıştır. Ancak Musul konusunda Türkiye’nin istekleri gerçekleşmeyince Chester İmtiyazı hayata geçirilememiştir.

 

Lozan Görüşmelerinin Yeniden Başlaması Ve Antlaşmanın İmzası

 

II. dönem görüşmelerde yine Türk heyetinin başkanı İsmet Paşadır. Ancak Türk heyeti bu dönemde , birinci döneme göre daha rahat ve daha güçlü bir konumdadır. Çünkü heyet meclisin feshedilmesiyle, II. Grubun baskısından kurtulmuş ve M. Kemal Paşanın tam desteğini alarak Lozan’a gelmiştir. Bu dönemde İngiltere’yi Sir  Horaca Rumbold, Fransa’yı General Pelle, İtalya’yı ise Montagna temsil etmiştir.

Birinci tur görüşmelerde istediklerini büyük ölçüde elde eden İngiltere, ikinci tur görüşmelerde Türkiye’ye fazla zorluk çıkarmayacağı ve konferansa fazla önem vermeyeceği Türk heyeti tarafından düşünülmekteydi. Nitekim Lord Curzon’un görüşmelerden çekilmesi, İngiltere’nin konferansı fazla önemsemediğinin delilidir. Gerçekten de birinci dönem ve kesilme dönemindeki girişimlerle, İngiltere ile arazi, sınırlar ve askeri sorunlar büyük ölçüde çözümlendiği için, ikinci dönemde daha çok mali ve ekonomik oturumlara ağırlık verilecektir. Nitekim beklendiği gibi olmuş ve Türkiye ekonomik ve mile sorunlarda Fransa Ve İtalya ile karşı karşıya gelirken, Yunanistan ile savaş tazminatı konusunda anlaşmazlığa düşmüştür.

Görüşmelerin ikinci dönemini, birinci dönemden ayıran bir başka nokta ise, Türk heyeti ile hükümet arasındaki görüş ayrılıklarının belirginleşmesi ve ilişkilerin gerginleşmesidir. İsmet Paşa ve vekiller heyeti başkanı Rauf Bey arasında ciddi tartışmaya yol açan konulardan ilki borçların ödenmesi ile ilgilidir. M. Kemal Paşa ve Rauf Bey, İsmet Paşaya gönderdikleri talimatta, İstanbul’un boşaltılması ve borçların frank olarak ödenmemesi konusunda taviz vermemesini istemişseler de, İsmet Paşa bu talimatı hemen uygulamamış, Ankara’nın ısrarı sonucunda kararını değiştirmiştir. Borçların ödenmesi sorununda bozulan ilişkiler, Yunanistan’dan istenen savaş tazminatı konusundaki anlaşmazlıktan dolayı daha da büyümüştür. Venizelos’un Karaağaç’ın Türkiye’ye savaş tazminatı olarak verilmesi teklifine Ankara’nın olumsuz cevap vermesine karşın, İsmet Paşa kendi iradesiyle Yunan teklifine olumlu yanıt vermiştir. Bu tutum İsmet Paşa İle Rauf Bey arasındaki ilişkileri kopma noktasına getirmiştir. İmtiyazlar konusunda İsmet Paşa ve Rauf Bey arasında yaşanan görüş ayrılığı, artık bu iki devlet adamının tamamen farklı çizgilere çekilmesine neden olmuştur. Ancak bu kritik dönemde M. Kemal Paşanın İsmet Paşayı destekleyen tutumu, muhtemel bir siyasi krizi engellemiştir. Hükümet ile heyet arasındaki anlaşmazlığın M. Kemal Paşanın  girişimleriyle aşılmasından sonra, Lozan Ant. 24 Temmuz 1923’te imzalanmıştır.

Lozan görüşmeleri, kesinti dönemleri de dahil olmakla birlikte 8 ay sürmüş ve çok çetin şartlarda geçmiştir. Görüşmelerin bu kadar uzun ve zor geçmesinin genel sebepleri şunlardır:

1.      Konferansta Türkiye’nin tutumu açık ve kesindir. Türkiye sadece her medeni millet gibi kayıtsız şartsız bir bağımsızlık istemektedir. Müttefikler ise yüzyılların kökleştirdiği alışkanlıkla Türklerin bu isteklerini kolay kolay kabul etmemişler ve eski düzeni başka yollardan devam ettirmeye çalışmışlardır.

2.      Türkiye yeni barış düzenini milletlerarası hukuk ilkelerine dayandırmaya çalışmaktadır. Batılı devletler ise Osm. Devletine Kabul ettirilen Sevr Antlaşmasını esas almışlar ve katlandıkları fedakarlığı, bu anlaşmada yaptıkları değişikliklerle ölçmüşlerdir. Bu yüzden anlaşmak için iki tarafın esas kabul ettiği değerler farklılık göstermiştir.

3.      Müttefikler  Türkiye’yi kendilerin karşı yenilmiş ve Yunanistan’ı yenmiş bir devlet saymışlar ve bütün işleri buna göre düzenlemek istemişlerdir. Türkiye ise bağımsızlığı için savaşmış ve bunda başarıya ulaşmış bir devlet olarak, bu başarısını bütün devletlere kabul ettirmeye gayret etmiştir.

 

Lozan Antlaşması Hükümleri

 

Lozan Barış Antlaşması 143 maddeden oluşmuş ve 4 bölüm halinde düzenlenmiştir. Bu hükümleri kısaca şöyle özetlemek mümkün:

SINIRLAR

Trakya Sınırı: Karaağaç Türkiye’de kalacak ve Meriç nehri sınır olacaktır. İmroz, Bozcaada ve Tavşan adaları dışındaki Ege adaları Yunanistan’a bırakılacaktır. Buna karşılık Midilli, Sakız ve  Sisam asker ve silahtan arındırılacaktır. Bu arada Türkiye Kıbrıs ve Mısır’ın İngiliz Yönetimine geçtiğini kabul edecektir.

Suriye Sınırı:  20 Ekim 1921’de Fransa ile TBMM hükümeti arasında imzalanan Ankara İtilafnamesi’nde kabul edilen sınır aynen benimsenecektir.

Irak Sınırı (Musul Sorunu): Konferansın bitiminden sonra 9 ay içinde yapılacak ikili görüşmelerle çözümlenecek, anlaşma sağlanamadığı durumunda çözüm Milletler Cemiyetinin kararına bırakılacaktır.

Boğazların Statüsü: İtilaf Devletlerinin işgali tümüyle kalkacak ve Boğazlar  Türkiye’nin başkanlığındaki uluslar arası bir komisyon tarafından yönetilecektir. Bu komisyonda Türk temsilcilerinin yanı sıra, Fransa , İngiltere, İtalya, Japonya, Rusya, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Sırbistan temsilcisi bulunacaktır. Boğazların her iki kıyısında 15 km.lik bir alan askersiz bölge olacaktır. Bir savaş tehlikesi ya da Türkiye’nin herhangi bir savaşa girmesi durumunda boğazlar silahlandırılabilecek, Türkiye’nin tarafsız kaldığı bir savaşta, Karadeniz’e geçecek gemilere sayı ve tonaj bakımından sınırlamalar getirilecektir. Barış zamanında boğazlardan her türlü aracın geçişi serbest olacaktır.

Kapitülasyonlar

Lozan Ant. ile bütün kapitülasyonlar kaldırılmış, bu haklardan yararlanarak kurulmuş  yabancı ticari kuruluşlara da Türk yasalarına uyma zorunluluğu getirilmiştir.

Borçlar

Osmanlı Devletinin Avrupa Devletlerinden 1854’den itibaren almaya başladığı borçlar, Osmanlı Devleti ve Osmanlı toprakları üzerinde kurulan devletler arasında taksim edilerek ödenecektir. Türkiye’nin üzerine düşen borcu ödeme şekli konusunda, Türkiye alacaklı ülkeyle görüşmeler yapacaktır. Bu borçlar 1933den itibaren ödenmeye başlanmış, 1954de son bulmuştur.

Azınlıklar

Türkiye sınırları içinde yaşayan tüm azınlıklar Türk vatandaşı kabul edilmiştir. Yunanistan’da yaşayan Türklerle, Türkiye’de yaşayan Rumlar yer değiştirecektir. İstanbul Rumları ve Batı Trakya Türkleri bu değişimin dışında tutulacaktır.

Savaş Tazminatı

Yunanistan savaş tazminatı olarak Karaağaç ve çevresini Türkiye’ye vermiştir.

İstanbul Ve Boğazların Boşaltılması

Antlaşmanın TBMM tarafından onaylanmasından sonra İtilaf kuvvetleri 6 hafta içinde İstanbul ve boğazlar bölgesindeki Türk topraklarını boşaltacaklardır.

 

Lozan Antlaşmasının Önemi Ve Sonuçları

 

 Lozan Ant. ile yeni Türk Devleti’nin varlığı ve bağımsızlığı tüm dünya tarafından kabul edilmiştir. Lozan Ant. ile 28 Temmuz 1914te başlayan I. Dünya Savaşı resmen sona ermiştir. Dış politika açısından Şark Meselesi yeni bir boyut kazanırken, Türk iç politikası da Lozan’ın etkisindeki yıllara girmiştir. Lozan görüşmeleri sırasında İsmet Paşa ve Rauf Bey sırasında yaşanan tartışmalar Cumhuriyetin ilk yıllarına damgasını vuran siyasal görüş ayrılıklarına kadar uzanmıştır. Lozan barışı konusundaki farklı yaklaşımlar, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması ve Takrir-i Sükun Kanununa kadar uzanan sürecin başlangıcını teşkil emiştir.

Lozan Barış Ant. daha önceki yıllarda imzalanan barış antlaşmaları dikkate alındığında Türk diplomasi tarihi açısından büyük bir başarıdır. Antlaşmayla Misak-ı Milli büyük ölçüde gerçekleştirilmiş ve tam bağımsızlık elde edilmiştir. Musul’un Türkiye sınırları dışında kalması, Boğazlar üzerinde Türk egemenliğinin tam olarak sağlanamaması, Hatay sorununun çözümlenememesi Lozan’da Türkiye’nin istediği biçimde çözemediği konulardır. Sonraki yıllarda Musul sorunu Türkiye’nin aleyhinde, Hatay sorunu ise Türkiye lehinde çözüme kavuşmuştur. M. Kemal Paşa Lozan Antlaşmasının önemini şu sözleriyle en güzel biçimde özetlemektedir: “ Bu antlaşma Türk milletine karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın, sonunda neticesiz bırakıldığının belgesidir”.